tag:blogger.com,1999:blog-30061541044731326282024-02-07T14:42:39.559+03:00 Afşin Kum Fabrika MağazasıUnknownnoreply@blogger.comBlogger53125tag:blogger.com,1999:blog-3006154104473132628.post-32655576870070837092023-11-30T12:12:00.003+03:002024-01-23T14:55:38.943+03:00#43KTY<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><br /></div><p>İlk öykü kitabım <b>Kırk Üçteki Korkunç Traktör Yağmuru</b>, Kasım 2023 itibarıyla April Yayıncılık tarafından yayınlandı. İlk öykü kitapla aynı adı taşıyor ve diğerlerine göre biraz daha uzun. Daha önce hiçbir yerde yayınlanmamış öykülerin yanı sıra, önceki bir halleri çeşitli yayınlarda çıkmış öyküler de var. Ancak hepsi bu kitap için yeniden yazıldı. Yani bir açıdan, aslında hepsi yepyeni öyküler. Aşağıdaki grafikte, kitaptaki öyküler, sözcük sayılarıyla orantılı dikdörtgenlerle temsil ediliyor.</p><p></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhBV-xQo1NqCHYrmvvpPqFWF48ALNPqzwC1MeraQ4Wlt7myGWhtzW6vE-Wsblnq-k0pzrSlmNXLIwS4WrmXavuUti06_VwASrdX4eGEAvGD-8g177sChwvo6yRmAfytsl7bdLSQjGBoOWyQQYEtlSVDY5j9idGxGqVcOH8DvpOAvAWxz-DQg0u15qeTNIc/s1600/tm_opt_11.png" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="950" data-original-width="1600" height="289" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhBV-xQo1NqCHYrmvvpPqFWF48ALNPqzwC1MeraQ4Wlt7myGWhtzW6vE-Wsblnq-k0pzrSlmNXLIwS4WrmXavuUti06_VwASrdX4eGEAvGD-8g177sChwvo6yRmAfytsl7bdLSQjGBoOWyQQYEtlSVDY5j9idGxGqVcOH8DvpOAvAWxz-DQg0u15qeTNIc/w486-h289/tm_opt_11.png" width="486" /></a></div><p><br /></p>Öykü kitabının benim için üslup açısından özel bir önemi var. <b>Sıcak Kafa</b> ve <b>Kübra </b>romanlarında, biraz hikâyenin üslubu dayatması gibi bir durum vardı. İki kitap da "çatlak" diyebileceğimiz birer fikir üzerine kurulu olduğu için, bunları öykülendirme tarzı fazla çatlaklığa izin vermiyordu. Bu yüzden, üslupla ilgili fikirlerin bir kısmını, çatlaklıklar üst üste binip metni anlaşılmaz hale getirmesin diye elemek zorunda kalmıştım. Öyküler, her birinin ayrı bir dünyası olması sayesinde, üslup açısından farklı yaklaşımlara izin veriyor. Dolayısıyla, kişisel edebiyat yolculuğumda bir adım ileri gitme anlamı taşıyor. Umarım okurlar da benim yazmaktan aldığım zevki paylaşırlar.<p></p><p><br /></p><p><br /></p>Unknownnoreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3006154104473132628.post-18066442221898099642020-03-08T19:39:00.005+03:002021-01-10T21:23:42.746+03:00Kübra<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgd3xD238IdIkCPuv2Eo2ZA6IG_tFg6cJfnWryb5ziUyrgZbYTrRva9uvNxrIyx-_3WpI2CFd9Qv7K5wCkmecE2vV2Xhv0hWjO7bAvZxVDgSqRk2p_uW8xyqMKubjYGYHYzVXenzP5nm44/s1600/IMG_0869_lt.jpeg" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" data-original-height="500" data-original-width="600" height="266" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgd3xD238IdIkCPuv2Eo2ZA6IG_tFg6cJfnWryb5ziUyrgZbYTrRva9uvNxrIyx-_3WpI2CFd9Qv7K5wCkmecE2vV2Xhv0hWjO7bAvZxVDgSqRk2p_uW8xyqMKubjYGYHYzVXenzP5nm44/s320/IMG_0869_lt.jpeg" width="320" /></a></div>
İkinci romanım Kübra, Şubat 2020 itibarıyla April Yayıncılık tarafından yayınlandı. Fikir, aşağı yukarı 2017 yılı içinde oluştu. 2017 sonlarında yazmaya başladım, 2019 sonlarında bitirdim. Düzeltme ve gözden geçirme süreçleriyle, yayınlanması 2020 Şubat'ı buldu.<br />
<br />
Roman, cep telefonuna Kübra adlı tanımadığı birisinden "Sen farklısın" mesajı gelen Gökhan Şahinoğlu'nun hikâyesini anlatıyor. Gökhan, uzun süredir sevgili oldukları Merve'yle hayatını birleştirmeye hazırlanıyor, bir yandan da yıllardır çalıştığı imalat atölyesine ortak olarak işletmesini devralmak gibi bir planı var. Başta Kübra'dan gelen mesajları fazla önemsemiyor. Ama mesajları devam ettikçe, Kübra'nın çevresindeki kişiler ve olaylar hakkında haddinden fazla bilgi sahibi olduğunu fark ediyor. Hatta Kübra bir noktadan sonra gelecekten de haber vermeye başlıyor. Gökhan, bildiği gerçeklik dışında bir şeye temas ettiği hissine kapılıyor ve giderek Kübra'yla daha çok ilgilenmeye başlıyor.<br />
<br />
Buna paralel anlatılan bir diğer hikâye de Amerika'da, Kaliforniya'da üniversitede araştırma görevlisi olarak çalışan iki Türk bilim insanı Berk ve Selim'in, aldıkları parlak ve şaşırtıcı bir teklif üzerine Türkiye'ye gelerek, yeni kurulan Datakraft şirketinin kurucu ortakları olmalarının hikâyesi. Roman ilerledikçe, iki hikâye Kübra üzerinden birleşiyor.<br />
<br />
Kitapla ilgili yorum, eleştiri ve söyleşilerin linklerini, yayınlandıkça burada toplamaya çalışacağım.<br />
<br />
Keyifli okumalar.<br />
<br />
Kitap Eki<br />
<a href="https://kitapeki.com/delilik-fena-halde-ilgimi-cekiyor/">https://kitapeki.com/delilik-fena-halde-ilgimi-cekiyor/</a><br />
<br />
Sözcü<br />
<a href="https://www.sozcu.com.tr/hayatim/kultur-sanat-haberleri/insan-zihninin-kirilganligini-yazdim/">https://www.sozcu.com.tr/hayatim/kultur-sanat-haberleri/insan-zihninin-kirilganligini-yazdim/</a><br />
<br />
K24 - Selim Bektaş<br />
<a href="https://t24.com.tr/k24/kitap/kubra,412">https://t24.com.tr/k24/kitap/kubra,412</a><br />
<br />
Medyatava - Sayım Çınar<br />
<a href="https://www.medyatava.com/haber/zamanlama-manidar-ama-zamanlamanin-huyudur-manidar-olmak_206282">https://www.medyatava.com/haber/zamanlama-manidar-ama-zamanlamanin-huyudur-manidar-olmak_206282</a><br />
<br />
Haftalık Gazete - Nazlı Berivan Ak<br />
<a href="https://haftalikgzt.com/gazete/afsin-kumla-yeni-romani-kubra-uzerine-konustuk-insan-zihni-biraz-zahmetle-nesnel-gerceklikten-koparilabilir/">https://haftalikgzt.com/gazete/afsin-kumla-yeni-romani-kubra-uzerine-konustuk-insan-zihni-biraz-zahmetle-nesnel-gerceklikten-koparilabilir/</a><br />
<br />
Açık Radyo - Ceyhan Usanmaz<br />
<a href="http://acikradyo.com.tr/bu-kose-kitap-kosesi/bilimkurgusal-tesadufun-boylesi">http://acikradyo.com.tr/bu-kose-kitap-kosesi/bilimkurgusal-tesadufun-boylesi</a><br />
<br />
BantMag - J. Hakan Dedeoğlu<br />
<a href="https://bantmag.com/afsin-kum-ile-yeni-kitabi-kubra-uzerine/">https://bantmag.com/afsin-kum-ile-yeni-kitabi-kubra-uzerine/</a><br />
<br />
Hürriyet Kitap Sanat - Eray Ak<br />
<a href="https://www.hurriyet.com.tr/kitap-sanat/insanligin-yapay-zekayla-imtihani-41490932">https://www.hurriyet.com.tr/kitap-sanat/insanligin-yapay-zekayla-imtihani-41490932</a><br />
<br />
Oggito - Aynur Kulak<br />
<a href="https://oggito.com/icerikler/kubra-bir-makine-mi-akil-mi-vicdan-mi/65225">https://oggito.com/icerikler/kubra-bir-makine-mi-akil-mi-vicdan-mi/65225</a><br />
<br />
Ensonhaber.com - Damla Karakuş<br />
<a href="https://www.ensonhaber.com/kitap/afsin-kum-ile-romani-kubra-ve-yazarligi-uzerine-konustuk">https://www.ensonhaber.com/kitap/afsin-kum-ile-romani-kubra-ve-yazarligi-uzerine-konustuk</a><div><br /></div><div>Edebiyathaber.net - Didem Görkay</div><div><a href="https://www.edebiyathaber.net/kubra-girdaptan-ve-kumdan-geriye-kalan-didem-gorkay/">https://www.edebiyathaber.net/kubra-girdaptan-ve-kumdan-geriye-kalan-didem-gorkay/</a></div><div><br /></div>Unknownnoreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3006154104473132628.post-61678491037140844422019-12-24T18:30:00.013+03:002023-06-12T11:30:08.085+03:00İki Binlerin En İyi Yirmi Türk Filmi<br />
<div class="MsoNormal">
2000’lerin ilk 20 yılı biterken, 20 yılın 20 filmi
listelerini birkaç yerde gördüm ve bunun Türkiye sinemasına odaklanan bir
versiyonunu yapmak aklıma geldi. Bu tarz listeleri yapmaktan da, okumaktan veya
videosunu izlemekten de çok anlam veremediğim acayip bir zevk alıyorum.
Herhalde, filmleri izlerkenki hislerimi hatırlayıp aynı zevki tattığım için.
Listeyi yapmak da bu filmler hakkında zamanında düşündüğüm ama yazmadığım
şeyleri yazma fırsatı verdiği için ayrıca eğlenceli.<br />
<br />
Belki buna listeden ziyade derleme demek lazım, çünkü farklı
sinemacılar ve tarzlar arasında bir denge gözetmeye çalıştım. Aynı zamanda,
daha kapsayıcı olsun diye, aynı yönetmenden birden fazla film almak istemedim.
Sadece çağdaş sinemamızın iki ikonu diyebileceğimiz Nuri Bilge Ceylan ile Zeki
Demirkubuz’a küçük birer torpil yaptım.<br />
<br />
Bu arada yirminin içine girmeyen ama filmlerini merakla
takip ettiğim başka sinemacılar da var, Hüseyin Karabey, Özcan Alper, Deniz
Gamze Ergüven, Pelin Esmer, Ali Atay, Burak Aksak, Onur Saylak, Mehmet Fazıl
Coşkun, İnan Temelkuran, Aslı Özge ilk aklıma gelenler. Sayıyı sınırladığım için hepsini
listeye alamadım. Gözden kaçırdığım filmler de olabilir tabii. Aynı zamanda çok
öznel bir liste olduğunu da söylemeliyim. Filmleri seçerken, başkaları tarafından beğenilmiş ya da beğenilmemiş olmalarını dikkate almadım.<br />
<br />
Son olarak <i style="mso-bidi-font-style: normal;">spoiler </i>(piçeden)
uyarısını baştan vereyim. Filmlerin sonlarından ya da sürprizlerinden
bahsetmeme gibi bir çaba içine girmedim. Her biri için ayrı ayrı uyarı vermekle
de uğraşmadım. O yüzden, bu konuda hassassanız, izlemediğiniz filmlerin
altındaki yazıyı okumayın, derim. Ama, şahsi fikrime göre bu konuda hassas
olmaya gerek yok. Hatta filmdeki sürprizi bilerek izlemenin filmden alınan
zevki olumsuz etkilemediğini gösteren araştırmalar da var. Aklınızda bulunsun.<br /></div><h2><br /><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjl99Pli0tASXnK0m0qUf_NpSMNm5Sahe0JMzoOFpSRhq6e1kf_vZW4G9nOsoUHqnSiTiGqixQb0Pl5X0eiR1wqskjCGiBf9AzaqXx3qwW-WtU31YxruFrqzpVa7ajyBTbELeQ-j-GjNlHpAu693WHid_BydjZKLbBrRa6KZO24FZ4M4Rdr34fd4Lnv/s290/Aya_Seyahat.jpg" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" data-original-height="290" data-original-width="215" height="231" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjl99Pli0tASXnK0m0qUf_NpSMNm5Sahe0JMzoOFpSRhq6e1kf_vZW4G9nOsoUHqnSiTiGqixQb0Pl5X0eiR1wqskjCGiBf9AzaqXx3qwW-WtU31YxruFrqzpVa7ajyBTbELeQ-j-GjNlHpAu693WHid_BydjZKLbBrRa6KZO24FZ4M4Rdr34fd4Lnv/w171-h231/Aya_Seyahat.jpg" width="171" /></a></div><br />20. Aya Seyahat</h2>
<i>
2009; Yaz/Yön: Kutluğ Ataman</i><br />
<div class="MsoNormal">
Kutluğ Ataman’ın yalancı belgesel fotoroman tarzındaki filmi
(bildiğim diğer tek örneği Woody Allen’in unutulmaz filmi <i style="mso-bidi-font-style: normal;">Zelig</i>), bir yaratıcılık patlaması. Bir önceki filmi <i style="mso-bidi-font-style: normal;">İki Genç Kız</i> da epey ilginçti ama bu bir
kademe daha yukarıda. Kutluğ Ataman, siyaset sahnesindeki gereksiz boy
gösterişi bir yana, yetenekli ama yeteneğinin en üst seviyesini henüz
gösterememiş bir sanatçı. Bu açıdan yine bu listede adını anacağım Onur Ünlü’ye
benziyor. Belgesele konu olan uydurma hadisenin, Bülent Somay’dan Murat
Belge’ye Türkiye’nin önde gelen entelektüelleri tarafından yorumlanması fikri,
tek kelimeyle dahiyane ve uygulaması da çok başarılı. Beni şahsen kahkahadan
kahkahaya sürükleyen bir film oldu. <br />
<br /></div>
<h2>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh79tuxeLD6tmtLVdhWN8ZktUfyN1IBkxdsf1BTFCrx3S3Q9GJRGOZKMHZPK-mQ68x5IvPAkAPPdqVrpnaDlUn3CE093eSI8gKZYjFzDl957OQ4ZsY_d_O5e73oq99RKctnWo_ETw72gHq3uhBNLwjWkJK73AL0R3m_NV-RCAvRX-cbg4fX8U6wBl9K/s800/jin.jpg" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="800" data-original-width="600" height="217" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh79tuxeLD6tmtLVdhWN8ZktUfyN1IBkxdsf1BTFCrx3S3Q9GJRGOZKMHZPK-mQ68x5IvPAkAPPdqVrpnaDlUn3CE093eSI8gKZYjFzDl957OQ4ZsY_d_O5e73oq99RKctnWo_ETw72gHq3uhBNLwjWkJK73AL0R3m_NV-RCAvRX-cbg4fX8U6wBl9K/w163-h217/jin.jpg" width="163" /></a></div><br />19. Jin</h2>
<i>
2013; Yaz/Yön: Reha Erdem</i><br />
<div class="MsoNormal">
Reha Erdem’in son 20 yıl içinde beğenilen ve ödüllendirilen
pek çok filmi oldu ama benim açımdan, bir “olmamışlık” hali hep devam etti.
Kendisinin belli ki reklam yönetmeni geçmişi sayesinde erişim sağladığı yetkin
teknik ekiplerle, yüksek bir görsel seviyeye ulaştığı kuşkusuz ama bana hep ne
dediğini bilmeyen biri gibi görünmüştür. <i style="mso-bidi-font-style: normal;">Beş
Vakit</i>, <i style="mso-bidi-font-style: normal;">Hayat Var</i>, <i style="mso-bidi-font-style: normal;">Kosmos</i>, <i style="mso-bidi-font-style: normal;">Korkuyorum Anne</i> gibi hepsi görsel ilginçlikler barındıran ama
hikâyesiyle bunu tamamlayamayan filmler dizisi… <i style="mso-bidi-font-style: normal;">Jin</i>’de ise büyülü bir şeyler var. Örgütten kaçan kadın gerilla
hikâyesi, muhteşem final sahnesiyle adeta Miyazaki evrenine giriş yapıyor. Film
sizi bu finale de hazırlıyor aslında. Jin’in kişiliğinde meleksi bir saf iyilik
var ve bu hayat tarafından ödüllendirilmese de doğanın kadim ruhları tarafından
kutsanıyor, falan filan… Neyse, önemli olan filmin size verdiği his, bu film de
bana böyle bir his verdi. Zaten gayet öznel bir liste olduğunu baştan
söylemiştim.<h2><br /><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiRnkHid1fZUo2JqeN501Eu6wCfih2ssvtqXi1xISTvem-0DZBxv4LZyShSiW_YMZ6ku3kGhElu0olVTzpDOCODSkSEJKYlIZot8YbtagbdfQIo5kUYKQPjh8m1UK_Z4AwiZCv3qm6wqEzWccP9Bo0EOniAT-lounQipWjiew6GEUjaqEsJY26Eu7PL/s1142/zombilerindugunu.jpg" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" data-original-height="1142" data-original-width="800" height="267" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiRnkHid1fZUo2JqeN501Eu6wCfih2ssvtqXi1xISTvem-0DZBxv4LZyShSiW_YMZ6ku3kGhElu0olVTzpDOCODSkSEJKYlIZot8YbtagbdfQIo5kUYKQPjh8m1UK_Z4AwiZCv3qm6wqEzWccP9Bo0EOniAT-lounQipWjiew6GEUjaqEsJY26Eu7PL/w187-h267/zombilerindugunu.jpg" width="187" /></a></div><br />18. Ada: Zombilerin Düğünü</h2>
<i>2010; Yaz/Yön: Murat Emir Eren, Talip Öztürk</i><br />
<div class="MsoNormal">
Murat Emir Eren'le Talip Öztürk'ün kısıtlı bir bütçeyle yapıp, genç yaşta ölen fantastik film duayeni Metin Demirhan'a ithaf ettikleri film, dört dörtlük bir zombi parodisi. Büyükada'ya düğüne giden bir grup genç, bir anda dünyayı saran zombi salgınına düğünde yakalanıyor. Tabii mekân seçilirken muhtemelen filmin yapımı için kolaylık sağlaması da göz önüne alınmış. Filmin oyuncu kadrosundan pek çok ismi, sonraki yıllarda televizyon ve sinemada tekrar tekrar gördük. Burada da gerçekten çok komikler. Binlerce yıllık dünya tarihinde kıyametin kendi başına gelmesine yakınan adam, filmin afişinde de görünen elinde çay tepsisiyle dolaşan çaycı zombi ve muhtemelen sinema tarihinin ilk ve tek başörtülü zombisi bu filmde. Küçük bir <i>guerilla filmmaking </i>şaheseri.<br />
<br /></div>
</div>
<h2>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh2M1v9kHCJi3gruVl6EOKsCuqfYBxmC9uaaSc4yDt05ktKEBlO2i0o8L2iZWPPrHXxgzQ7XxrlA19_vZc7lLxJTjHVpPUH120hOHp-P8cwMHRtS8RqOhm0L_8KV8EtUXFf4oEvL-CO_eQd9jxrG2QTnM4X3d9msicDR-s2YX2de341win6FtBBSaGF/s700/kiskanmak.jpg" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="700" data-original-width="525" height="270" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh2M1v9kHCJi3gruVl6EOKsCuqfYBxmC9uaaSc4yDt05ktKEBlO2i0o8L2iZWPPrHXxgzQ7XxrlA19_vZc7lLxJTjHVpPUH120hOHp-P8cwMHRtS8RqOhm0L_8KV8EtUXFf4oEvL-CO_eQd9jxrG2QTnM4X3d9msicDR-s2YX2de341win6FtBBSaGF/w202-h270/kiskanmak.jpg" width="202" /></a></div><br />17. Kıskanmak</h2>
<i>
2009; Yaz: Nahid Sırrı Örik, ZDK; Yön: Zeki Demirkubuz</i><br />
<div class="MsoNormal">
Kıskanmak, Zeki Demirkubuz’un konfor alanının (çek-yat)
dışına çıktığı ve memleket edebiyatının klasiklerinden birini uyarlamaya
yeltendiği filmi ve bence tam olarak anlaşılamamış bir film. Şu açıdan
anlaşılamamış: Filmin, kitabın diyaloglarını koruması ve oyuncuların bunları
kitâbî bir şekilde söylemesi, birçok kişi tarafından beceriksizlik gibi
görüldü, özellikle Berrak Tüzünataç eleştirildi. Oysa bence bunun bilinçli
yapıldığı çok açık. Bu arada kendisi, bir yerlerde karşılaşırsak, soyadını iki
sözcük sanıyormuş gibi yapma esprisini patlatmayı planladığım kişiler arasında yer
almaktadır (Berrak’ı mı kullanıyorsunız Tüzün’ü mü?). Tıpkı Ece Temelkuran (Ece'yi mi kullanıyorsunuz Temel'i mi?) ve Zafer Arapkirli (Zafer'i mi kullanıyorsunuz Arabı mı?) gibi... Bu arada filmin yönetmeni
de aynı listede yer alıyor (Zeki’yi mi kullanıyorsunuz, Demir’i mi?). Neyse, dağıtmayalım, oyunculuk deyince, Seniye karakterine, hafif kambur duruşu, gölgeli gözleri ve
şeytani bakışlarıyla bir vampir havası veren Nergis Öztürk’ü anmadan olmaz. Ayrıca,
filmin minimal ama çok etkili bir sanat yönetimi var. Cumhuriyet balosu sahneleri,
kömür madeni sahnesi falan bu açıdan etkileyici. Bence Demirkubuz’un en iyi
işlerinden biri.<br />
<br /></div>
<h2>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjWiYvVlSoY_Wd3HRNPjIcbA2g0oZ2qjf-bGVu1MBzsFi7kNj6x5fikg6lAaVTQfpAWsfCyUuYCn0BVZcxsriDkNyx_rx6EKc05pv8fNJf0zkZkW1i05Dyyx1RZH5Gb940o2TtClcSida5ddwmCL1VMZlO7bvD3d3MBjn1jZRrQS--RqOMPVYiWdX2P/s640/Vizontele.jpg" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" data-original-height="640" data-original-width="453" height="270" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjWiYvVlSoY_Wd3HRNPjIcbA2g0oZ2qjf-bGVu1MBzsFi7kNj6x5fikg6lAaVTQfpAWsfCyUuYCn0BVZcxsriDkNyx_rx6EKc05pv8fNJf0zkZkW1i05Dyyx1RZH5Gb940o2TtClcSida5ddwmCL1VMZlO7bvD3d3MBjn1jZRrQS--RqOMPVYiWdX2P/w192-h270/Vizontele.jpg" width="192" /></a></div><br />16. Vizontele</h2>
<i>
2001; Yaz: Yılmaz Erdoğan; Yön: Yılmaz Erdoğan, Ömer Faruk Sorak</i><br />
<div class="MsoNormal">
Bu listedeki filmlerin en meşhuru muhtemelen. Eleştirilecek
çok yanı var, kasabanın çoğu tipinin karikatür olması, pırıl pırıl renklerle ve
nefis doğa görüntüleriyle bir küçük cennet gibi resmedilen kasabanın, hikâyede neden
Allah’ın unuttuğu bir yer diye anılmasının anlaşılamaması, Kürt coğrafyasında
geçtiği belli olduğu halde Kürtçenin adının bile anılmaması gibi… Tabii bu
sonuncusu dönemin baskılarıyla açıklanabilir ama yine de bu derece teslimiyeti Yılmaz Erdoğan’a yakıştıramamıştım zamanında (sonradan anlaşıldı
tabii). Öte yandan film yıllar içinde tekrar tekrar izlenerek popüler kültürde
sarsılmaz bir yer edindi. Hatta Türkçeye pek çok deyim kazandırdı. (Şerefsizim
benim aklıma gelmişti, Zeki Müren de bizi görecek mi? Nasılsınız inşallah? vb.)
Teknik açıdan standardı yükselterek kendisinden sonraki filmler için belli
bir çıta koyduğu da söylenebilir. <br />
<br /></div>
<h2>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgOwZsiRtWQNpNvXzDNKsNdIIboqKPsoDElNxVC0u8rSvZixyt9NXQAixPahhmfZmL3mCWO8PaZjRvVg5J710PNmYNK4vUo7WPDnnDEX03VsE5M5Bjuq8rbrs7Xon_3FWDnV1AmZJLvwOFMoFT1-QM30JJL4nYxY8RyVC-7Qe2ljl6eRgxGm01ij4C_/s500/mindit.jpg" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="500" data-original-width="347" height="251" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgOwZsiRtWQNpNvXzDNKsNdIIboqKPsoDElNxVC0u8rSvZixyt9NXQAixPahhmfZmL3mCWO8PaZjRvVg5J710PNmYNK4vUo7WPDnnDEX03VsE5M5Bjuq8rbrs7Xon_3FWDnV1AmZJLvwOFMoFT1-QM30JJL4nYxY8RyVC-7Qe2ljl6eRgxGm01ij4C_/w174-h251/mindit.jpg" width="174" /></a></div><br />15. Gördüm / Min Dît</h2>
<i>
2009; Yaz/Yön: Miraz Bezar</i><br />
<div class="MsoNormal">
Doksanlar Diyarbakır’ının utanç verici gerçeği olan faili
meçhul cinayetleri, anne-babaları öldürüldükten sonra sokağa düşen üç küçük
kardeş üzerinden anlatan, çok etkileyici bir film. Eleştirilecek yanları da
var. Çocukların kimseden yardım göremeyip yapayalnız kalması biraz zorlama gibi.
Umutlu bir final yapma çabası da anlamlı ama bunun için bulunan numara pek
işlemiyor, zira bu suçları işleyenlerin cezalandırılma veya ayıplanma korkusu
taşımadıklarını pek çok kez gördük. Lakin, kapanış jeneriğindeki “oyuncak
tüfek” teması, naif finali dengeliyor ve film amacına ulaşıyor. Aynı zamanda,
zor konuya ve koşullara rağmen, görsel açıdan yüksek bir seviyede. Muhtemelen
ikinci kez izlemek istemeyeceğiniz ama kesinlikle aklınızda kalan bir film.<br />
<br /></div>
<h2>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhyqNXDIZwOMntG4mkVDDNlkXL22w7HBbiKpFDcDtt_tz-mhp84mg8N3DlmFRNqIBtvHvWGbGz0fJTVGDPll8kc59r4zzlCFlDmMVXuVbYAiK8jU-WO4eEwNFw91LfcUJEksHJdLrD3Z-_OZGyPlXptIqnoyFnWj7WuJhQc90-TZ6JM6AMbg1au2xLX/s800/hayatiminkadinisin.jpg" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" data-original-height="800" data-original-width="600" height="263" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhyqNXDIZwOMntG4mkVDDNlkXL22w7HBbiKpFDcDtt_tz-mhp84mg8N3DlmFRNqIBtvHvWGbGz0fJTVGDPll8kc59r4zzlCFlDmMVXuVbYAiK8jU-WO4eEwNFw91LfcUJEksHJdLrD3Z-_OZGyPlXptIqnoyFnWj7WuJhQc90-TZ6JM6AMbg1au2xLX/w197-h263/hayatiminkadinisin.jpg" width="197" /></a></div><br />14. Hayatımın Kadınısın</h2>
<i>
2006; Yaz/Yön: Uğur Yücel</i><br />
<div class="MsoNormal">
Uğur Yücel, ilk filmi <i style="mso-bidi-font-style: normal;">Yazı-Tura</i>’da
olgunlaşmamış bir eser çıkarmıştı. Hayatımın Kadınısın, bir sonraki filmi ve birçok
açıdan çok daha ustaca olduğu halde, bence fazlasıyla gözden kaçmış bir film. Filmde,
Uğur Yücel, yönetmenliğin yanı sıra baş rolü de üstleniyor. Cinayetten hapis
yatıp çıkmış Orhan Gencebay hayranı bir mahalle kabadayısı, ama aslında hali
tavrıyla, konuşmasıyla Orhan Gencebay’ın ta kendisi… Türkan Şoray ise en zor
rollerinden birinde çok iyi. Sonraki yıllarda Türk sinemasının önemli
yıldızlarından birine dönüşen Ezgi Mola da kendini belli ediyor. Film, bence,
sinemadan beklediğimiz her şeyi veriyor ve şahane bir şekilde şiirsel bir
finale bağlanıyor.<span style="mso-tab-count: 1;"> </span><br />
<span style="mso-tab-count: 1;"><br /></span></div>
<h2>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg2CKLX38SsvdLf3Yvs37Y6fO1bsSq8h8qgLIpPP0L1_pLsGs3xW40ZxXbhdQhVB3pLhpZ4aHsWRNQzgZl3-xpc-UzBJBHMFdk-9wL9i5ukAGqtexYIUvVDnYL3th7Ze4T_xviprvoxx3TkNBAjYSfv9sOw29a9aehYuCN9TRwcEidEKfexBDO6ChPO/s1348/sen-aydinlatirsin-geceyi.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1348" data-original-width="990" height="249" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg2CKLX38SsvdLf3Yvs37Y6fO1bsSq8h8qgLIpPP0L1_pLsGs3xW40ZxXbhdQhVB3pLhpZ4aHsWRNQzgZl3-xpc-UzBJBHMFdk-9wL9i5ukAGqtexYIUvVDnYL3th7Ze4T_xviprvoxx3TkNBAjYSfv9sOw29a9aehYuCN9TRwcEidEKfexBDO6ChPO/w182-h249/sen-aydinlatirsin-geceyi.jpg" width="182" /></a></div><br />13. Sen Aydınlatırsın Geceyi</h2>
<i>
2013; Yaz/Yön: Onur Ünlü</i><br />
<div class="MsoNormal">
Onur Ünlü, henüz en iyi eserini verememiş bir sinemacı.
Sanki daha senaryoyu bitirmeden filmi çekip bitiriyor gibi bir hali var. Ama
kabuğundan taşan bir yaratıcılık olduğuna şüphe yok. Bu film, en tamamına ermiş
filmi. Siyah-beyaz çekmek gibi cesur bir karar almış ve ortaya çıkan ürün
itibarıyla haklı çıkmış. Ali Atay’la Demet Evgar’ın hap alıp uçuşa geçtikleri
başta olmak üzere, pek çok şahane sahne var. Bazıları abartılı, ama o kadar
olur. Filmin finali ise, bence dahice. Zamanı durdurma temasını çok gördük ama tekrar başlatamamak ve filmi zaman durmuş halde bitirmek, eşsiz bir
fikir. <br />
<br /></div>
<h2>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgTpPuS6OB8SRkP7NcsRct9yUKPkhr6jZ7OtFrr52nDk_U5mqOcPY2qNRC1gWst5tGEoNPjKVMxY1Z8RKTMpNThnyCkHjkm7xqcXnvRo8cbshxuY77d8bjCzRsknRR_W-LCaKfVgiOERvC_fqDFwOUpQK_NtpuTPa_Uujw-K-no-xnVhb-O7A9X1CDx/s1484/kkgy.jpg" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" data-original-height="1484" data-original-width="1055" height="253" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgTpPuS6OB8SRkP7NcsRct9yUKPkhr6jZ7OtFrr52nDk_U5mqOcPY2qNRC1gWst5tGEoNPjKVMxY1Z8RKTMpNThnyCkHjkm7xqcXnvRo8cbshxuY77d8bjCzRsknRR_W-LCaKfVgiOERvC_fqDFwOUpQK_NtpuTPa_Uujw-K-no-xnVhb-O7A9X1CDx/w179-h253/kkgy.jpg" width="179" /></a></div><br />12. Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak</h2>
<i>
2004; Yaz/Yön: Ahmet Uluçay</i><br />
<div class="MsoNormal">
Bu film, filmin kendisini aşan bir hikâyeye sahip. Genç
yaşta ölen köylü sinemacı Ahmet Uluçay’ın hayatıyla eserinin iç içe geçtiği
söylenebilir. Kendisi, sadece genç sinemacılara verdiği cesaretle bile, 2000’lerde
Türk sinemasının şahlanışının mimarlarından biri sayılmalı bence. Bugünkü
standartlara göre oldukça düşük çözünürlüklü dijital videoyla çekilmiş, ama
görsel açıdan üst seviyede sahneleri var. Özellikle şehrin dar sokaklarında el
kamerasıyla çekilmiş takip sahnesi nefes kesici.Ayrıca Türkçede, İngilizce <i>movie</i>'ye bire bir denk gelen "gımıldak" diye bir sözcük olduğunu bu filmden öğrendiğimizi de unutmayalım.<br />
<br /></div>
<h2>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEivjwtJmbgRes6MSuYtYJz1S5nEp_KWEZ0Iu5HeoT1CYVuJrrYtVxTRfyQd5O-1D9N4pXhPq0QO6wXFsXiz--wrKMLl43YScrTfkDtiBW560s6RfQoPSI6Aud3sRy0lYGixIcb5xSCBeEXPpsoZLkPqphuKOWTn7FXRujBoZvRaY_3E2HEyDz9_Rtr1/s842/Hokkabaz_afis.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="842" data-original-width="595" height="253" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEivjwtJmbgRes6MSuYtYJz1S5nEp_KWEZ0Iu5HeoT1CYVuJrrYtVxTRfyQd5O-1D9N4pXhPq0QO6wXFsXiz--wrKMLl43YScrTfkDtiBW560s6RfQoPSI6Aud3sRy0lYGixIcb5xSCBeEXPpsoZLkPqphuKOWTn7FXRujBoZvRaY_3E2HEyDz9_Rtr1/w179-h253/Hokkabaz_afis.jpg" width="179" /></a></div><br />11. Hokkabaz</h2>
<i>
2006; Yaz: Cem Yılmaz; Yön: Ali Taner Baltacı, Cem Yılmaz</i><br />
<div class="MsoNormal">
Seyircilerin ve eleştirmenlerin ortak görüşüne göre Cem
Yılmaz’ın yazıp oynadığı filmler içinde en iyisi. Bir daha da bu seviyede bir
film yapabilecek gibi görünmüyor. Hem dokunaklı, hem de acayip komik bir film.
Özellikle birbirini takip eden düğün sahnesi, gelinin kaçması ve hipnoz yöntemi
ile yerlere yatırıyor. Sonrasındaki senaryo dönüşleri de ustaca. Sıkılmadan
tekrar tekrar izlenebilen filmlerden.<br />
<br /></div>
<h2>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhHdtHPYflvv4_tPd1X5otmUYT3RqhUhiVAvkejTNPEUalABKBNYqWnH1sWZ5GJijiiPx3lkRKRL4a4Ks2iuj4ACV6buCTdv0vq2vTIEfFeQUgMvYyXweb_TMQ__ScYjwF-VRK3L6oiHpCjwUqmjl2Jx3tC5ZYTIlsxBLjeyVgw63RSQ0Beu1GArAtY/s986/Pandoranin-Kutusu-Film-Afis.jpg" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" data-original-height="986" data-original-width="700" height="247" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhHdtHPYflvv4_tPd1X5otmUYT3RqhUhiVAvkejTNPEUalABKBNYqWnH1sWZ5GJijiiPx3lkRKRL4a4Ks2iuj4ACV6buCTdv0vq2vTIEfFeQUgMvYyXweb_TMQ__ScYjwF-VRK3L6oiHpCjwUqmjl2Jx3tC5ZYTIlsxBLjeyVgw63RSQ0Beu1GArAtY/w175-h247/Pandoranin-Kutusu-Film-Afis.jpg" width="175" /></a></div><br />10. Pandora'nın Kutusu </h2>
<i>
2008; Yaz: Sema Kaygusuz, Yeşim Ustaoğlu; Yön: Yeşim Ustaoğlu</i><br />
<div class="MsoNormal">
Karadeniz köylüsü yaşlı kadını Fransız bir oyuncunun
oynadığını duyunca burun kıvırabilirsiniz ama film çekildiği sırada 88
yaşındaki Tsilla Chelton harikalar yaratıyor. Türk sinemasının büyük
ustalarından Yeşim Ustaoğlu’nun mizahi açıdan da en güçlü filmi sayılabilir.
Nevrotik abla Derya Alabora’nın ve Onur Ünsal’ın karakterleri de akılda kalıcı.
Şiirsel final sahnesiyle de insanı gülmekle ağlamak arası bir duyguda bırakan,
şahane bir film.<br />
<br /></div>
<h2>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhjwC3GZgmPtatnWVeNQNr_V-dpXNYbwxlS_A9S3RrURhwMkQl8l5kvIe2X0rauiuFuIP7vJ-KguSecyWqI6PIMwCVn9nA-IJbm3-3HvRVUNCm2a_BPFbkmpkSmSh9W2vXGK8UyOGCjOMyVLyneLAZqnHnaS8CxQD1JfuRLVy_rAj-CF6BrKr7AAVFH/s999/bahoz.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="999" data-original-width="700" height="258" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhjwC3GZgmPtatnWVeNQNr_V-dpXNYbwxlS_A9S3RrURhwMkQl8l5kvIe2X0rauiuFuIP7vJ-KguSecyWqI6PIMwCVn9nA-IJbm3-3HvRVUNCm2a_BPFbkmpkSmSh9W2vXGK8UyOGCjOMyVLyneLAZqnHnaS8CxQD1JfuRLVy_rAj-CF6BrKr7AAVFH/w180-h258/bahoz.jpg" width="180" /></a></div><br />9. Fırtına / Bahoz</h2>
<i>
2008; Yaz/Yön: Kazım Öz</i><br />
<div class="MsoNormal">
Doksanların Kürt sol öğrenci hareketine içeriden bakan bir
film. Kazım Öz, bu konuyu ele alırken, hareketin siyasi davasına ve
üzerlerindeki devlet baskısına değil, bizzat hareketin içindeki insanlara ve
karakterlere yönelerek incelikli bir sinema ortaya çıkarmış. Böyle bir filmden
çok beklenmeyecek güçlü bir mizahi tarafı da var. Aynı zamanda pek fark
edilmese de seyircide karşılığını bulmuş ve çoğu yerde dolu salonlara oynamıştı
zamanında. Üç saate yakın süresine rağmen oldukça sürükleyici. Devletin ölçüsüz
şiddetiyle nasıl bu gençleri bilinçli şekilde dağa yönlendirdiğini gözler önüne
seren öyküsü, güçlü bir siyasi önermede bulunuyor. Özellikle kameranın dağa
döndüğü son sahne çok etkileyici.<br />
<br /></div>
<h2>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEil0T4Yqj1Pe6wJieQUT1I-QZbrL31tuzY6u4gzwstz1u2_YV_ijb3yaSxC8gX1raRheMS3FsH3Cc6Dw7KiYPdhvMM9rx1FbxUHYaQpl4P8dcasgVajdsuDXHJINQhPqdHVPaXlN39N9p8FlyIDKL8bgodmS0ni4BmUXUxOiUSa5CX46f8ncijndIMH/s800/%C4%B0ki_Dil_Bir_Bavul.jpg" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" data-original-height="800" data-original-width="561" height="263" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEil0T4Yqj1Pe6wJieQUT1I-QZbrL31tuzY6u4gzwstz1u2_YV_ijb3yaSxC8gX1raRheMS3FsH3Cc6Dw7KiYPdhvMM9rx1FbxUHYaQpl4P8dcasgVajdsuDXHJINQhPqdHVPaXlN39N9p8FlyIDKL8bgodmS0ni4BmUXUxOiUSa5CX46f8ncijndIMH/w184-h263/%C4%B0ki_Dil_Bir_Bavul.jpg" width="184" /></a></div><br />8. İki Dil Bir Bavul</h2>
<i>
2008; Yaz/Yön: Özgür Doğan, Orhan Eskiköy</i><br />
<div class="MsoNormal">
Listede Kürt filmleri biraz ağırlıklı oldu gibi ama işin
doğrusu 2000’ler en çok Kürt sinemacıların büyük atılımına sahne oldu,
istemeyerek liste dışında bıraktığım çok iyi filmler de var. Bu film ise, film
olmaktan öte bir anlam taşıyor. Kürt sorununun en can alıcı noktalarından biri
olan ana dilinde eğitim meselesini, gözle görünür bir siyasi angajmanı olmayan,
sadece “oraya” tayini çıkmış Batılı bir öğretmenin gözünden anlatan bir
belgeselle, cam kadar berrak hale getiren, herkesin izlemesi gereken bir film.
Ne kadarının belgesel ne kadarının kurmaca olduğunu bilemiyoruz tabii ama
filmin hikâyesi açısından çok fark etmiyor. Suçlayan, öfkelenen, isyan eden bir
film değil bu, durumu tüm netliğiyle ortaya koymak dışında bir derdi yok. O
yüzden de çok etkili. En aklımda kalan sahnesi, sınıftaki küçük kızın, öğretmenin gösterdiği resme bakıp Türkçe "kuş" demesi beklenirken Kürtçe "keklik" dediği için öğretmenin gözünde başarısız olması. Kız sadece kuş olduğunu değil, ne tür bir kuş olduğunu biliyor ama bu bilginin oradaki "okul" açısından bir hükmü yok. Bunu görünce meseleyi anlıyorsunuz. Memleket sinemasının ortaya çıkardığı küçük bir mucize. <br />
<br /></div>
<h2>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjFYfL_ILA8U4KVQI1VhN79Nrqy6Mxpfpi_CoU7B_7E95Y_dNzRfhQeFtqIFVfUkSMdH7LNr55gUW4vTqhjITP0nAwvR5tPFCr19kXSffK5cd7O2DsT1U8s_Ik__n5W5D2R66r3zCZENmazanzJCtV8NKcUtzlrTJcNtuEjVKaWeCJLZDUyL0QpnCdw/s1730/kisuykusu.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1730" data-original-width="1200" height="267" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjFYfL_ILA8U4KVQI1VhN79Nrqy6Mxpfpi_CoU7B_7E95Y_dNzRfhQeFtqIFVfUkSMdH7LNr55gUW4vTqhjITP0nAwvR5tPFCr19kXSffK5cd7O2DsT1U8s_Ik__n5W5D2R66r3zCZENmazanzJCtV8NKcUtzlrTJcNtuEjVKaWeCJLZDUyL0QpnCdw/w185-h267/kisuykusu.jpg" width="185" /></a></div><br />7. Kış Uykusu</h2>
<i>
2014; Yaz: Ebru Ceylan, NBC; Yön: Nuri Bilge Ceylan</i><br />
<div class="MsoNormal">
Nuri Bilge Ceylan’ın altın palmiyeli filmi <i style="mso-bidi-font-style: normal;">Kış Uykusu</i>, ilk kez uzun diyaloglara yer
verdiği bir film. Bolca doğaçlamaya dayanan diyalogların, 200 saatlik
malzemeden kurgulandığını biliyoruz. Yani esasen kurgu masasında yapılmış bir
film bu. 200 saatin içinden en doğru 3 saati seçip kurgulamanın nasıl bir emek
istediğini düşününce filme saygınız artıyor. Üstelik parçalardan birleştirilmiş
gibi bir his de vermiyor, aksine su gibi akıyor. Akılda kalıcı, çarpıcı çok
sahnesi var, Nejat İşler’le Melisa Sözen arasında geçen “para” sahnesi ve Nadir
Sarıbacak’ın döktürdüğü rakı muhabbeti ilk akla gelenler. Demet Akbağ’ın, Haluk
Bilginer’le tartışması sonrası unutulmuş olması (ya da kimseye sormadan filmden
çekip gitmesi) bir senaryo falsosu gibi duruyor ama ortaya konulan eserin
ihtişamı yanında kolaylıkla affedilir bir hata. Çehov öykülerinden uyarlama
olmasını, atmosferiyle de bir Rus stepleri havası vermesiyle destekliyor. NBC
de kar sevgisini doya doya yaşıyor bu arada.<br />
<br /></div>
<h2>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi-nfbpCh2Fn0_AHfrSQv2Dw31H6NFQyEZCCwWHG6am2y3wq5LHYryIPGhAU8CJa5YlrIfQWCxzsBQwEQAKKUVEMWGO2sdtYifos9uWYhssMUDd4Ubuii8F-PjQ-XCI6tsDt8Lj0ltaCSvDGrjGBYFAPpVmVILDl9YLp08d8p278rRnGPtJNw8Pj2hp/s1600/kader.jpg" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" data-original-height="1600" data-original-width="1200" height="234" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi-nfbpCh2Fn0_AHfrSQv2Dw31H6NFQyEZCCwWHG6am2y3wq5LHYryIPGhAU8CJa5YlrIfQWCxzsBQwEQAKKUVEMWGO2sdtYifos9uWYhssMUDd4Ubuii8F-PjQ-XCI6tsDt8Lj0ltaCSvDGrjGBYFAPpVmVILDl9YLp08d8p278rRnGPtJNw8Pj2hp/w176-h234/kader.jpg" width="176" /></a></div><br />6. Kader</h2>
<i>
2006; Yaz/Yön: Zeki Demirkubuz</i><br />
<div class="MsoNormal">
Demirkubuz’un <i style="mso-bidi-font-style: normal;">Kader</i>’i,
onun ilk büyük eseri olan <i style="mso-bidi-font-style: normal;">Masumiyet</i>’in
dünyasında geçen, son zamanlardaki popüler tabiriyle bir <i style="mso-bidi-font-style: normal;">prequel</i>, yani <i style="mso-bidi-font-style: normal;">Masumiyet</i>’teki
olayların öncesini anlatıyor. <i style="mso-bidi-font-style: normal;">Masumiyet</i>
gibi çok beğenilen bir filme devam filmi çekmek, üstelik bunu Haluk Bilginer ve
Derya Alabora yerine, görece çok daha tecrübesiz Ufuk Bayraktar ve Vildan
Atasever’le yapmak başlı başına riskli bir girişim. Ama Zeki Demirkubuz, ilk
filmi aşan bir eser ortaya koyarak riskin üstesinden başarıyla
geliyor. Pek çok unutulmaz sahnesi var. En akılda kalanı, Haluk Bilginer’in <i style="mso-bidi-font-style: normal;">Masumiyet</i>’te çayırlardaki unutulmaz
monoloğunda anlattığı hikâyeyi gördüğümüz (Bekir’in kendini Kars’ta bulduğu)
sahne. Bu arada filmde kendimi en yakın hissettiğim karakterin,<span style="mso-spacerun: yes;"> </span>Bekir’in kenar mahalledeki ahbaplarıyla
cigaralık çevirdiği sahnede aralarında ne aradığı anlaşılamayan anten tip
olduğunu da söylemeden geçemeyeceğim.<br />
<br /></div>
<h2>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhkHe1f5hgzXLW3jRCeDtnpwBGbNLyzXPDgMF4VXf1KVirz31Z4ifpwNn4-JNppj9DyrtFGJ_aunyIdZ61siLVZZLmVAxVrHLVcUVOhb2roFBomb8MH1yA-OuQ6YRPdECIFutOpa43LHuQplyUaQwc-a4_z_dk7jvIA_yEQx2u28IhHI-Q1SYv285PH/s1600/sivas.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1600" data-original-width="1200" height="221" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhkHe1f5hgzXLW3jRCeDtnpwBGbNLyzXPDgMF4VXf1KVirz31Z4ifpwNn4-JNppj9DyrtFGJ_aunyIdZ61siLVZZLmVAxVrHLVcUVOhb2roFBomb8MH1yA-OuQ6YRPdECIFutOpa43LHuQplyUaQwc-a4_z_dk7jvIA_yEQx2u28IhHI-Q1SYv285PH/w166-h221/sivas.jpg" width="166" /></a></div><br />5. Sivas</h2>
<i>
2014; Yaz/Yön: Kaan Müjdeci</i><br />
<div class="MsoNormal">
Yozgatlı bir ilkokul çocuğunun sınıf arkadaşına umutsuz aşkı
ve ölümden kurtardığı dövüş köpeğinin, “büyüklerce” tekrar dövüşlere
sokulmasını engelleme çabası üzerine, hem acıklı, hem komik ve pek çok açıdan
da mucizevi bir film. Bazı sahnelerin nasıl çekildiğine, nasıl bu kadar gerçek
görünebildiğine akıl sır erdiremiyorsunuz. Özellikle gece yarısı bozkırın
ortasında kurulmuş köpek dövüşü ortamı, sanki gizli kamerayla çekilmiş gibi.
Film gösterimdeyken, kanlı dövüş sahnelerinin (her ne kadar kapanış jeneriğinde
hayvanlara zarar verilmediği söylense de) son derece gerçekçi olması yüzünden
tepkiler almıştı. Yapımcılar bunun üzerine bu sahnelerin nasıl çekildiğini
anlatan bir video yayınlamak zorunda kalmışlardı. Yine de tartışmalı
sayılabilir, çünkü her ne kadar köpeklere fiziksel zarar verilmese de bir tür
psikolojik travmaya maruz bırakma durumu var galiba. Bu endişe bir yana, filmin
son sahnede dile dökülen (köpek köpekliğini bilecek) çocukluğun ve masumiyetin
bitişiyle ilgili mesajı çok güçlü.<br /></div><h2><br /><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgnTc_dyHhakJHyQfngVHZnKCtTUZCMkFVgh8wtUvRBIlwE-c6f3R7KiB788bDiBc2MIrT-_GcLuIpe-EyunPB0uBBxwSeKSItrVObekIiIDPDH-BnohHjp2_3y3THkjoVwWyiXhIrrattDdk6BCzZYkQO6qvN4ZZOUEwu11wG3_ksJC5-mGO1NdZWn/s586/kizkardesler.jpg" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" data-original-height="586" data-original-width="408" height="235" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgnTc_dyHhakJHyQfngVHZnKCtTUZCMkFVgh8wtUvRBIlwE-c6f3R7KiB788bDiBc2MIrT-_GcLuIpe-EyunPB0uBBxwSeKSItrVObekIiIDPDH-BnohHjp2_3y3THkjoVwWyiXhIrrattDdk6BCzZYkQO6qvN4ZZOUEwu11wG3_ksJC5-mGO1NdZWn/w164-h235/kizkardesler.jpg" width="164" /></a></div><br />4. Kız Kardeşler</h2>
<i>
2019; Yaz/Yön: Emin Alper</i><br />
<div class="MsoNormal">
Emin Alper, her filminde bir öncekini aşarak, üçüncü
filminde izleyen herkesin ağzını açık bırakan bir eser ortaya koymuş. Saf bir
sinema zevki veren bir film, enfes görüntüleriyle, kurgusuyla, müziğin girip
çıkışıyla, temponun yükselip düşüşüyle ve elbette unutulmaz karakterleriyle…
Kız kardeşlerin hepsi birbirinden merdane, ama en çarpıcısı tabii ki çatlak
ortanca kardeş ve o rolde döktüren Ece Yüksel. Yayık ayran sahnesi unutulmaz.
İki kardeş “çük”ten bahsederken, yayığın ikisinin arasında dev bir penis gibi
gidip gelmesi ve sahnenin sonunda kardeşlerden birinin (neredeyse) boşalması
çok acayip olmuş. Emin Alper’in önceki iki filminin (<i style="mso-bidi-font-style: normal;">Tepenin Ardı</i> ve <i style="mso-bidi-font-style: normal;">Abluka</i>)
konuyu bağlayamama gibi bir problemi olduğunu düşünmüştüm. Burada da hikâyenin
sonu gösterilmiyor ama yöntem bu kez işliyor. Film bittiği noktada, ortanca kardeş
ölecek mi kalacak mı, büyüğü Ankara’ya ulaşacak mı, küçüğü yeni besleme olarak
Necati Bey’in evine kapağı atacak mı falan artık merak etmiyorsunuz. Hiçbiri
için kurtuluş olmadığına ikna olmuş durumdasınız zaten.<br />
<br /></div>
<h2>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgk3Nunzx_ORID1hFxiAvOEYBctQSe1u2dTPcXxfxWaQkl5v5nqvxVtjlHerEFcsoODCfi50sMHEisXiDEFZub0iwM45PpgaH-fIkvw253l3dDzQtNjlSCRIBLZfx9f8aMpsgKCQUcdUY3y0aivnrllfMSNybltw_-YljzAumd3leg5WVLFUDbdsxdo/s1600/cogunluk.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1600" data-original-width="1200" height="222" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgk3Nunzx_ORID1hFxiAvOEYBctQSe1u2dTPcXxfxWaQkl5v5nqvxVtjlHerEFcsoODCfi50sMHEisXiDEFZub0iwM45PpgaH-fIkvw253l3dDzQtNjlSCRIBLZfx9f8aMpsgKCQUcdUY3y0aivnrllfMSNybltw_-YljzAumd3leg5WVLFUDbdsxdo/w167-h222/cogunluk.jpg" width="167" /></a></div><br />3. Çoğunluk</h2>
<i>
2010; Yaz/Yön: Seren Yüce</i><br />
<div class="MsoNormal">
Bu film, Türk sinemasının şehirli orta sınıfa en sert ve
tavizsiz bakışı. Kişiliği hayat boyu babası tarafından ezilmiş Mertkan’ın, Kürt
kızı Gül’le önce duygusal ilişki içine girmesi, ama sonra çevresinin baskısıyla
“sikip bırakmakta” karar kılması ve huzuru vicdansızlıkta, hatta şerefsizlikte
bulmasının tokat gibi hikâyesi. Çok zor bir rolün altından ustaca kalkan Bartu
Küçükçağlayan ve her zamanki gibi harika Settar Tanrıöğen’i hayranlıkla
izliyoruz. Erkan Can’ın oynadığı taksi şoförüyle geçen yan hikâye, film boyunca
bir <i style="mso-bidi-font-style: normal;">leitmotif </i>olarak tekrarlanan
Mertkan’ın çocukluğundan zorla koşturulma sahnesi gibi ana hikâyeyi besleyen
zekice buluşlarla dolu, ilk film olduğuna inanmakta zorluk çekeceğiniz ustaca
bir ilk film.<br />
<br /></div>
<h2>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi5kT608PnmMsCLx3OGME3Q0PckSXvaIRxf5DFkO0QXL5dxSbdHIaI7F38aDgKSDpqJu4qkKxIbKbhtUazaYRiANRG9dVrh27bVznuBNkuw0KzKSbwDInC-zakq6ZTNfbZUd4f9nRr4Onjlr9eZxsTHZ6lRiYudWMTrGuGaP5nuPAlPHC3O4BvLRpej/s1392/Bir-Zamanlar-Anadoluda.jpg" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" data-original-height="1392" data-original-width="900" height="282" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi5kT608PnmMsCLx3OGME3Q0PckSXvaIRxf5DFkO0QXL5dxSbdHIaI7F38aDgKSDpqJu4qkKxIbKbhtUazaYRiANRG9dVrh27bVznuBNkuw0KzKSbwDInC-zakq6ZTNfbZUd4f9nRr4Onjlr9eZxsTHZ6lRiYudWMTrGuGaP5nuPAlPHC3O4BvLRpej/w182-h282/Bir-Zamanlar-Anadoluda.jpg" width="182" /></a></div><br />2. Bir Zamanlar Anadolu'da </h2>
<i>
2011; Yaz: Ercan Kesal, Ebru Ceylan, NBC; Yön: Nuri Bilge Ceylan</i><br />
<div class="MsoNormal">
Nuri Bilge Ceylan, aile efradıyla çektiği ilk filmlerinin
ardından, profesyonel oyuncularla film yapıp yapamayacağı konusunda bir kuşku
uyandırmıştı. Üç Maymun fazla deneyseldi, o kuşkuyu tam olarak gidermedi.
Burada ise NBC tam olarak rüştünü ispat ediyor ve uluslararası bir sinema
yıldızına dönüşüyor. Yılmaz Erdoğan, Taner Birsel, Ahmet Mümtaz Taylan gibi
usta oyuncular filmi bambaşka bir seviyeye taşıyor. Birbirinden nefis görsel
buluşlarla dolu. En aklımda kalanı, ekibin “Recep İvedik”in cesedini bulduğu
sahnedeki köpeğin bakış açısı, ve hemen arkasından gelen ve cesedi arabanın
bagajına sokmaya çalışanları bozkırın ortasında bir nokta gibi gösteren, tabiri
caizse, Allah’ın bakış açısı. Aynı zamanda çok komik bir film, araba içindeki
diyaloglar, komiserle zanlının tuhaf ilişkisi, kendini Clark Gable’a benzeten
savcı ve tabii ki Ercan Kesal’ın oynadığı muhtarın morg için ödenek istemesi
(kokuyor) en akılda kalan sahneler. Yılmaz Erdoğan, polis komiseri karakteri
için mükemmel bir seçim ve gerçekten de döktürüyor. Fırat Tanış da, neredeyse
hiç ağzını açmadığı halde, çok etkileyici. NBC’nin şimdiye kadarki en iyi
filmi.<br />
<br /></div>
<h2>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjrLCi9cjRJkN8BPuJWRAgonB6lRbmSznmYFPoyBLgpwXpWFRwUjPLzvvBM8dH-1hFI-wQcjl6O44IdTx9ST5uJbYoO2qGjzaF3wOxMvVuh4GhzxkHZ7hSniEJmXqxNL5Ti5Uh3UAD0fdMS7XWIqfvck7O4ULm0paV06CFYoL10DjDU81zXa-rTT9Bn/s1011/Vavien.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1011" data-original-width="700" height="264" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjrLCi9cjRJkN8BPuJWRAgonB6lRbmSznmYFPoyBLgpwXpWFRwUjPLzvvBM8dH-1hFI-wQcjl6O44IdTx9ST5uJbYoO2qGjzaF3wOxMvVuh4GhzxkHZ7hSniEJmXqxNL5Ti5Uh3UAD0fdMS7XWIqfvck7O4ULm0paV06CFYoL10DjDU81zXa-rTT9Bn/w183-h264/Vavien.jpg" width="183" /></a></div><br />1. Vavien</h2>
<i>
2009; Yaz: Engin Günaydın; Yön: Taylan Biraderler</i><br />
<div class="MsoNormal">
Vavien, neşeli bir kasaba filmi gibi başlayan, sonra Hitchcockvari
bir gerilime dönüşen, Binnur Kaya’nın öbür dünyadan geri dönmesiyle de
neredeyse büyülü gerçekçilik sularına açılan, çok şaşırtıcı bir film. Özellikle
piknik ve arkasından gelen cinayet sahnesi, neredeyse soluksuz izleniyor. Engin
Günaydın’ın, kan dondurucu bir kötülüğün vücut bulmuş hali olan “sarı çıyan”
Celal karakteri, tek kelimeyle büyüleyici. Aslında o dönemlerde TV’de
canlandırdığı Burhan Altıntop’tan pek farklı değil, ama sulu zırtlak komedi
yerine bu hikâyenin içinde gördüğümüzde o kadar da komik olmadığını anlıyoruz. Kötülüğünün
altında da, Samsunlu pavyon şarkıcısına yönelik umutsuz aşk (ya da belki sadece
cinsel arzu) ile cisimleşen bir tatminsizlik, hatta bir iktidarsızlık hali var.
“Şunu uçurumdan atayım da parasına el koyayım” diyen Celal mi daha deli,
bunu anladığı halde hâlâ onu seven ve tüm parasını Celal’e verip onun yanında
kalan Sevilay mı karar veremiyorsunuz. İnsanlık hakkındaki ezberlerimizi bozan
ama son derece inandırıcı olmayı da başaran eşsiz bir hikâye. Karakterler
açısından bakarsak “mutlu”, insan tabiatına dair acımasız önermesiyle ürkütücü finaliyle
de uzun süre aklınızda kalmayı başarıyor.<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<br />Unknownnoreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3006154104473132628.post-81577874267678622362019-07-26T11:58:00.003+03:002021-02-01T18:19:06.395+03:00Kişisel Bir Prog-Rock Listesi<span style="font-size: small;">Yetmişli yıllarda popülerliğinin zirvesini yaşayan prog-rock (ya da progressive rock), Türkçe olarak "ilerici" diyebiliriz sanırım, pek çok alt tür de barındıran bir müzik tarzı. Rock enstrümantasyonunun vurucu gücünü, sanatı değerli ve anlamlı kılan hemen hemen her şeyle birleştirir. Yetmişlerin ruhunu çok iyi yansıtır, şimdiye kadar yapılandan farklı bir şey yapma hevesi, dünyayı değiştirme isteği, özgürlük arzusu... Yetmişlerin sonuna doğru düşüşe geçmiş, farklı türlere dağılmış. Sonradan, yetmişlerin babalarını dinleyerek büyümüş çocuklar kendi gruplarını kurmaya başladıklarında yeniden canlanmış. Kendi açımdan, her türlü müziği dinlesem de, unutamadığım, tekrar tekrar dönüp geldiğim, bir çoğunu nota nota bildiğim müzikler bunlardır.</span><br />
<span style="font-size: small;"><br /></span>
<span style="font-size: small;">Buradaki bazı müzikler, başka şekillerde isimlendirilen türlere dahil kabul ediliyor olabilir. Benim için prog-rock, karmaşık, derin, vurucu ve şaşırtıcı olmalıdır. O yüzden, mesela, daha çok senfonik rock diye nitelenen Renaissance bu tanıma uyar ama çokseslilik açısından zayıf kalan prog-metal türevleri dışarıda kalır. Elbette kişiye göre değişir. Bu benim kişisel seçkim.</span><br />
<span style="font-size: small;"><br /></span>
<span style="font-size: small;">Bir çalma listesi halinde dinlemek için </span><span style="font-size: small;"><a href="https://www.youtube.com/playlist?list=PLZdfu3zmtrWiF0rD2sYQmMuVWdpc2xXB-" target="_blank"><b>şuraya</b></a> tıklayabilirsiniz.</span><br />
<span style="font-size: small;"><br /></span>
<span style="font-size: small;"><br /></span>
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgjn2ByHwEkISUY-lFXDeWTyYk0X2qAwEDLGpTtO-jPk8CGYasS6YGwv2ipfw6P03MsxdOni3Z_yUkR-q8XDgL7nhbUR90g0H0ty3g_207ZFU73cldaZrApmQhmo7MaWNyJ9GBibXAytgs/s1600/912iXU2orUL._SY355_.jpg" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><span style="font-size: small;"><img border="0" data-original-height="300" data-original-width="300" height="120" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgjn2ByHwEkISUY-lFXDeWTyYk0X2qAwEDLGpTtO-jPk8CGYasS6YGwv2ipfw6P03MsxdOni3Z_yUkR-q8XDgL7nhbUR90g0H0ty3g_207ZFU73cldaZrApmQhmo7MaWNyJ9GBibXAytgs/w155-h155/912iXU2orUL._SY355_.jpg" width="120" /></span></a></div>
<h2>
<span style="font-size: small;">
20. Sleep Drifter (King Gizzard and the Wizard Lizard)</span></h2>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-size: small;">Avustralyalı gençler, bağlamayı ve çeyrek seslerini
keşfedince, Türk müziğinden alınma temalardan derledikleri kompozisyonlardan
oluşan <i>Flying Microtonal Banana</i> albümünü 2017'de çıkardılar. Türkiye'de de
bayağı bir ilgi gördüler. Yakın dönem prog-rock eserleri içinde dikkat çeken bir çalışma. Güzel tarafı, sözel içerik olarak oryantalist
konulara kayma eğilimi göstermemeleri. <i>Sleep Drifter</i>, vurucu ritmiyle albümün
en baba şarkısı.<o:p></o:p></span></div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhJMwha61VvIAllt1VGovIo4JR8JmoDG7ZI2DcWOVwHK3dLFOCYJf4S78vxMN7mvWoHZGTCI5pPpRgA-QEy8yOWFOkLTg1lkqjKZFTEg62Wky0zhYOf74mLP210bArAULkQ7HF_COIYR6Y/s1600/cover_1324202632007.jpg" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><span style="font-size: small;"><img border="0" data-original-height="250" data-original-width="250" height="120" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhJMwha61VvIAllt1VGovIo4JR8JmoDG7ZI2DcWOVwHK3dLFOCYJf4S78vxMN7mvWoHZGTCI5pPpRgA-QEy8yOWFOkLTg1lkqjKZFTEg62Wky0zhYOf74mLP210bArAULkQ7HF_COIYR6Y/w162-h162/cover_1324202632007.jpg" width="120" /></span></a></div>
<h2>
<span style="font-size: small;">
19. Hindu (Nekropsi)</span></h2>
<span style="font-size: small;">Nekropsi'nin 1996 yılında çıkan <i>Mi Kubbesi</i> albümü, küçük bir
dinleyici kitlesi içinde bayağı bir
heyecan yaratmıştı. Memleket rock müziğinde
o güne dek görülmemiş bir ritmik karmaşıklık ve rif zenginliği içeren albüm,
bugün artık bir klasik kabul ediliyor. Tematik bir bütünlük içindeki şarkılar
pek birbirinden ayrılamaz muhtemelen ama içlerinden bir tane seçecek olsam,
kısa ve vurucu <i>Hindu </i>ağır basıyor.</span><br />
<span style="font-size: small;"><br /></span>
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhCi4tr51Ssge_6hb5bGbN1zQBrouVte3Vf0OSkOS8bqy_hww2oPISaJ7884RrJzWu_mDtCuW5pkZXYoZywvv1GYxiAnrtSh35_Fxr9Dw0eG9IrXOn6XxQMirrvcbOczgt_SFQ3CIwsplE/s1600/sarabande.png" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><span style="font-size: small;"><img border="0" data-original-height="652" data-original-width="654" height="120" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhCi4tr51Ssge_6hb5bGbN1zQBrouVte3Vf0OSkOS8bqy_hww2oPISaJ7884RrJzWu_mDtCuW5pkZXYoZywvv1GYxiAnrtSh35_Fxr9Dw0eG9IrXOn6XxQMirrvcbOczgt_SFQ3CIwsplE/w187-h187/sarabande.png" width="120" /></span></a></div>
<h2>
<span style="font-size: small;">
18. Sarabande (Jon Lord) </span></h2>
<span style="font-size: small;">Deep Purple'in klavyecisi Jon Lord'un 1976'da çıkardığı solo albümüne adını veren şarkı. Yavaş yavaş yükselen şarkılardandır. Tekrarlanan ve giderek zenginleşen bir teması vardır, Ravel'in Bolero'sunu hatırlatır biraz. Sakin bir davul ritmiyle girer, bas, klavye, gitar ve sonunda gümbür gümbür senfoni orkestrası eklenir. Sonra yavaşlar ve yumuşak bir finale gider. Pek şahanedir.</span><br />
<h2>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi0BEoNrpsfnI-Eu_mUkngjTXkpuaaF6-qYQ8vw2lKORDMvEQacBRdfyO8IWSLiBZlb-wQKx_cwlYSAXntG8RsweC_ppNtzmoq2jyTPflw-uyZhG0qwbNqvmhB6GHOJlFtt5DIEjcJb-8Y/s1600/Focus_Moving_Waves_cover.jpg" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><span style="font-size: small;"><img border="0" data-original-height="297" data-original-width="300" height="120" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi0BEoNrpsfnI-Eu_mUkngjTXkpuaaF6-qYQ8vw2lKORDMvEQacBRdfyO8IWSLiBZlb-wQKx_cwlYSAXntG8RsweC_ppNtzmoq2jyTPflw-uyZhG0qwbNqvmhB6GHOJlFtt5DIEjcJb-8Y/w194-h194/Focus_Moving_Waves_cover.jpg" width="120" /></span></a></div>
<span style="font-size: small;">
17. Hocus Pocus (Focus)</span></h2>
<h1>
<span style="font-size: small;"><o:p></o:p></span></h1>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-size: small;">Hollandalı Focus'un en meşhur parçası, muhteşem bir rif
etrafında şekillenen ve pek çok farklı müzik türünü dolanan yedi dakikalık bir
müzik şöleni. Rifi biraz fazla tekrarlayarak hafiften bokunu çıkardıkları
söylenebilir, ama yine de anılmaya değer. 2010 Dünya Kupası sırasında çıkan
Nike reklamında kullanıldığında yeniden hatırlanmıştı. Grup elemanlarının
söylediğine göre, şarkının büyük kısmı bir doğaçlama sırasında ortaya çıkmış.<o:p></o:p></span></div>
<h2>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjUUzFgOreM-DR5ZzZpmncMt1mLNs_tKHG4IAaaDb4GP4TCpPTgdEEE03aVrI1FWekbFKD4gBc3vbDhVh_DKtICp1x32Nixgzick0wkHvl_duKp6y_gsLRh6xKv4ZPorJ3N3FTSkAbRNyo/s1600/nemrud.png" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><span style="font-size: small;"><img border="0" data-original-height="714" data-original-width="721" height="120" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjUUzFgOreM-DR5ZzZpmncMt1mLNs_tKHG4IAaaDb4GP4TCpPTgdEEE03aVrI1FWekbFKD4gBc3vbDhVh_DKtICp1x32Nixgzick0wkHvl_duKp6y_gsLRh6xKv4ZPorJ3N3FTSkAbRNyo/w183-h183/nemrud.png" width="120" /></span></a></div>
<span style="font-size: small;">
16. In My Mind (Nemrud) </span></h2>
<span style="font-size: small;">2008'de İstanbul'da kurulan Nemrud'un 2013 tarihli <i>Ritual</i> albümünün açılış parçası. Hem yetmişlerin prog-rock devlerinden (özellikle Eloy'dan) hem de <i>Dönence</i> dönemi Kurtalan Ekspres'ten etkiler hissediliyor, hatta arada metale de göz kırpıyorlar. İngilizce sözlü müzik yapmalarına yorum yapmıyorum. Kompozisyonun karmaşıklığı ve icranın yetkinliği ile göz kamaştırıyorlar. Ne yazık ki kendilerini pek ortalıkta göremiyoruz.</span><br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgVgOqJyxU9jNRZdw5S5WjDBazzhuLxEGtMBds4MnkhBrAbCzmnBtFuHmEANfrRNhXxB13yJVYwF3DruJ-2zO_cHJ94H923TYPb6AZY2qADSNCZM-bTp29QR_tJ2yjghqNChTgxVlopDPA/s1600/vdgg.png" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><span style="font-size: small;"><img border="0" data-original-height="649" data-original-width="647" height="120" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgVgOqJyxU9jNRZdw5S5WjDBazzhuLxEGtMBds4MnkhBrAbCzmnBtFuHmEANfrRNhXxB13yJVYwF3DruJ-2zO_cHJ94H923TYPb6AZY2qADSNCZM-bTp29QR_tJ2yjghqNChTgxVlopDPA/w202-h202/vdgg.png" width="120" /></span></a></div>
<h2>
<span style="font-size: small;">
15. Killer (Van der Graaf Generator)</span></h2>
<span style="font-size: small;">İngiliz prog-rock grubu Van der Graaf Generator'un 1970'de çıkan <i>H to He Who Am The Only One</i> adlı üçüncü albümünün, sekiz buçuk dakikalık açılış parçası (albümün adını çevirmek imkânsız gibi, ama zorlasak "H'den [hidrojenden] He'ye [helyuma] kadar benden başka kimse yok" gibi bir şey olurdu). Bütün balıklar ondan korktuğu için yalnız kalan bir katil köpekbalığının hikâyesini anlatır. Klasik rock çalgılarına, adeta kırbaç gibi kullanılan bir saksofon eklenmiştir burada. Çarpıcıdır.
</span><br />
<h2>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
</div>
</h2>
<h2>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj3ivfI2GtS3D0NRKdk_F12e-GdEFiMOtca20wXL_ImM61aW2FPz0FBhhFV4ZXxl3M8D-M7wEzXXnxlq5fIZMUzD-vqtWuBGis70Rc6uyjxSBfwfXfatAF0GHfTb1COLrEwYQ-INI32M6w/s1600/a0230529600_5.jpg" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><span style="font-size: small;"><img border="0" data-original-height="300" data-original-width="300" height="120" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj3ivfI2GtS3D0NRKdk_F12e-GdEFiMOtca20wXL_ImM61aW2FPz0FBhhFV4ZXxl3M8D-M7wEzXXnxlq5fIZMUzD-vqtWuBGis70Rc6uyjxSBfwfXfatAF0GHfTb1COLrEwYQ-INI32M6w/w233-h233/a0230529600_5.jpg" width="120" /></span></a></div>
<span style="font-size: small;">
14. Static Motion (Sonar)</span></h2>
<h1>
<span style="font-size: small;"><o:p></o:p></span></h1>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-size: small;">İsviçreli Sonar, müziğe bir matematik problemi gibi yaklaşan
ve triton armonikleri üzerine kurdukları müzikleriyle güncel prog-rock aleminin az bilinen ama en baba gruplarından biri. İsmi <i>Sonic Architectures</i> (Sessel Mimari Tasarımlar gibi çevrilebilir
sanırım) sözünün kısaltması. İki gitar ve bası, Ortaçağ’da şeytan aralığı denen
triton (üç tam ses, yani altı perde) aralıklara akort ediyorlar, bu sayede tamamen kendilerine
özgü bir armoni yaratıyorlar. 2014 tarihli <i>Static Motion</i> albümüne adını veren
şarkıları, üst üste eklenen örüntülerle giderek karmaşıklaşan, giderek yükselen
bir müzik ziyafeti. <o:p></o:p></span></div>
<h2>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg2vWByuPxu4O3riHEiQbxtcZC6XOnXrV8bwQyneZuoveTHSYI7GFehVfC-udSHmSWRrGiEwmq3gm0KCJ1coouLF-jTmtjWAmvKa5HJ9xPzX7PRKXsJEliNakuY9Nya4VOOb-6UcB-kWVI/s1600/R-1803299-1429859055-9146.jpeg" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><span style="font-size: small;"><img border="0" data-original-height="300" data-original-width="300" height="120" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg2vWByuPxu4O3riHEiQbxtcZC6XOnXrV8bwQyneZuoveTHSYI7GFehVfC-udSHmSWRrGiEwmq3gm0KCJ1coouLF-jTmtjWAmvKa5HJ9xPzX7PRKXsJEliNakuY9Nya4VOOb-6UcB-kWVI/w165-h165/R-1803299-1429859055-9146.jpeg" width="120" /></span></a></div>
<span style="font-size: small;">
13. The Song of Scheherazade (Renaissance)</span></h2>
<h1>
<span style="font-size: small;"><o:p></o:p></span></h1>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-size: small;">İngiliz prog-rock grubu Renaissance'ın 1975 tarihli <i>Scheherazade
and Other Stories</i> albümünün B yüzünü komple kaplayan <i>The Song Of Scheherazade</i>,
1001 Gece Masalları üzerine dokuz bölümden oluşan bir rock senfonisi. Annie Halsam'ın muhteşem sesine, klasik rock çalgılarının yanı sıra orkestra da eşlik eder. Büyüleyicidir.<o:p></o:p></span></div>
<h2>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh1IUfo6e6q11YaCKqEXr6A-5rNX4-pyDx9UdZP_vVg5oUlnyYsu1MHVOD7LrYP524qhsNP6FImiJaVTp_6USq_NSKHPZGmfbfGlsJCo0deS5lsQkAceSC5hvcAhzPa4FsNeaMVpPcikTc/s1600/f5947ac3.jpg" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><span style="font-size: small;"><img border="0" data-original-height="300" data-original-width="300" height="120" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh1IUfo6e6q11YaCKqEXr6A-5rNX4-pyDx9UdZP_vVg5oUlnyYsu1MHVOD7LrYP524qhsNP6FImiJaVTp_6USq_NSKHPZGmfbfGlsJCo0deS5lsQkAceSC5hvcAhzPa4FsNeaMVpPcikTc/w185-h185/f5947ac3.jpg" width="120" /></span></a></div>
<span style="font-size: small;">
12. Mladic (Godspeed You! Black Emperor)</span></h2>
<h1>
<span style="font-size: small;"><o:p></o:p></span></h1>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-size: small;">Kanadalı post-rock efsanesi Godspeed You! Black Emperor’un
2012 tarihli <i style="mso-bidi-font-style: normal;">'Allelujah! Don't Bend!
Ascend!</i> albümünü açan 20 dakikalık parça, yavaş yavaş yükselen bir sesler
yumağıdır. Gitar efektleriyle, o kadar çok armonik katman üst üste bindirilmiştir ki içinde
kaybolursunuz. İlk beş dakika uğultu gibi gelir bu sesler, sonra yavaş yavaş
bir tema belirginleşir, giderek yükselir, coşup taşar. Sonra başka bir
evreye geçer, öylece devam edip gider. <o:p></o:p></span></div>
<h2>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh7pRtzaDa7fj3Az3XvZ1OENY2IC9bUMfEL98zsPFs9YR0mUQ6S2cxqsabx4zRBQIK97OxQk2We1p8werndGoJyVGOgoh8bxCS4OwHnofFPB_7kmpcr4nQUPIxo0aZ-93Tes-9z6RN2WK4/s1600/51us1sVf%252B2L._SX355_.jpg" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><span style="font-size: small;"><img border="0" data-original-height="266" data-original-width="300" height="120" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh7pRtzaDa7fj3Az3XvZ1OENY2IC9bUMfEL98zsPFs9YR0mUQ6S2cxqsabx4zRBQIK97OxQk2We1p8werndGoJyVGOgoh8bxCS4OwHnofFPB_7kmpcr4nQUPIxo0aZ-93Tes-9z6RN2WK4/w210-h194/51us1sVf%252B2L._SX355_.jpg" width="120" /></span></a></div>
<span style="font-size: small;">
11. In A Gadda Da Vida (Iron Butterfly)</span></h2>
<h1>
<span style="font-size: small;"><o:p></o:p></span></h1>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-size: small;">Uzun prog-rock süitlerinin en eski ve muhtemelen
en meşhur örneği, öyle ki Simpsonlar dizisinde bile konu edilmiştir. Unutulmaz
bir rifle açılır. Basit ve hatta bayat sözler ve hicaz makamında oryantal bir
melodiyle iki tur normal bir pop şarkısı gibi döner, ardından sırasıyla gitar, davul ve klavye soloları gelir. Sonunda şarkıdan meşhur rifine dönüş yapar ve saatler 17
dakikayı geçtiği sıralarda nihayetlenir. Çok kişiyi ve grubu etkilemiştir.<o:p></o:p></span></div>
<h2>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjqMmndj8wyEMghOAmu2GRdSyGiItGAzNV1z2SpsFbGbeLgpS1Epm_F880xopnK0G-BAIfwSK-HAAbU2sUvKzCiF-RkvL-DpLAv13s0eqNpVuP4FzX2l8CW2QTrDEyxcmNTkGIfByM3-fc/s1600/81Xf9D-0aYL._SY355_.jpg" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><span style="font-size: small;"><img border="0" data-original-height="300" data-original-width="300" height="120" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjqMmndj8wyEMghOAmu2GRdSyGiItGAzNV1z2SpsFbGbeLgpS1Epm_F880xopnK0G-BAIfwSK-HAAbU2sUvKzCiF-RkvL-DpLAv13s0eqNpVuP4FzX2l8CW2QTrDEyxcmNTkGIfByM3-fc/s320/81Xf9D-0aYL._SY355_.jpg" width="120" /></span></a></div>
<span style="font-size: small;">
10. Set The Controls For The Heart Of The Sun (Pink Floyd)</span></h2>
<h1>
<span style="font-size: small;"><o:p></o:p></span></h1>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-size: small;">Sözü ve müziği, o sıralarda henüz grubun yaratıcı merkezi
konumuna gelmemiş olan Roger Waters’e ait olan şarkı, ilk olarak beş küsur dakikalık bir versiyonuyla grubun 1968 tarihli ikinci albümü <i>A Saucerful Of
Secrets</i>’te yer aldı. Daha uzun bir versiyon <i>Ummagumma</i>’da ve Pompeii konser filminde var. Ben şahsen ilk kısa versiyonu tercih ediyorum. Adeta ilahi
havasındadır bu şarkı, bas gitarla unison giden basit vokal melodisine, tam tam
tarzı davullar ve Rick Wright’ın sintisayzerinden çıkardığı tuhaf sesler eşlik
eder. Rüya gibidir. Pink Floyd’un en çok bilinen şarkıları arasında değildir
ama en büyük başarılarından biridir.<o:p></o:p></span></div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh-zy7vcUEOsUSHBhKx-DhveHMfHmHKiHy33EXqi24QDaggtmT7Jog3Nbe8IP88821ROsvOk5_1ddZTLN7g_He_Q8yW7RrJcER41_9bl67WhH2jPKYGPUY2_FDShtWrUsc_Mstxi3JoOxI/s1600/61GgKLtMONL._SX355_.jpg" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><span style="font-size: small;"><img border="0" data-original-height="297" data-original-width="300" height="120" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh-zy7vcUEOsUSHBhKx-DhveHMfHmHKiHy33EXqi24QDaggtmT7Jog3Nbe8IP88821ROsvOk5_1ddZTLN7g_He_Q8yW7RrJcER41_9bl67WhH2jPKYGPUY2_FDShtWrUsc_Mstxi3JoOxI/s320/61GgKLtMONL._SX355_.jpg" width="120" /></span></a></div>
<h2 style="tab-stops: center 8.0cm;">
<span style="font-size: small;">
9.
Musical Box (Genesis)<span style="mso-tab-count: 1;"> </span></span></h2>
<h1 style="tab-stops: center 8.0cm;">
<span style="font-size: small;"><o:p></o:p></span></h1>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-size: small;">Genesis, Phil Collins tarafından pop grubu haline
getirilmeden önce, prog-rock’un en büyük efsanelerinden biriydi. Unutulmaz pek
çok şarkısı vardır ama bu hepsine ağır basar. 1971 tarihli <i>Nursery Cryme</i>
albümünün açılış parçasıdır. Birçok bölümden oluşur, Peter Gabriel’in kulağı
okşayan fısıltı gibi vokallerinden sert riflere ve cayır cayır gitar
sololarına<span style="mso-spacerun: yes;"> </span>akar ve bir senfoni finali
gibi son bulur. O kadar zengin bir müziktir ki defalarca dinlense bıkılmaz.
Grubun, canlı performanslarında, şarkıyı stüdyo kaydına eş kusursuzlukta
çalabildiği de o döneme ait videolardan anlaşılabiliyor.<o:p></o:p></span></div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj74bZoUUWNoIEXAUp_7I_OmNyZh8BmwmMo-ya8AOhyphenhyphen3Z65KcvmFwwHjeJjHv338gwnX7sfIkLP4HMG4tJuR7_5CGtebsfdrrTAgsRSVca5MfA6N0fUJcNR7LYkala_RVU63kshKbrc0Gw/s1600/large_FaustSoFar.jpg" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><span style="font-size: small;"><img border="0" data-original-height="300" data-original-width="300" height="120" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj74bZoUUWNoIEXAUp_7I_OmNyZh8BmwmMo-ya8AOhyphenhyphen3Z65KcvmFwwHjeJjHv338gwnX7sfIkLP4HMG4tJuR7_5CGtebsfdrrTAgsRSVca5MfA6N0fUJcNR7LYkala_RVU63kshKbrc0Gw/w236-h236/large_FaustSoFar.jpg" width="120" /></span></a></div>
<h2>
<span style="font-size: small;">
8. It’s A Rainy Day, Sunshine Girl
(Faust)</span></h2>
<h1>
<span style="font-size: small;"><o:p></o:p></span></h1>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-size: small;">Krautrock’un babalarından Faust’un 1972 albümü <i>So Far</i>’ın
açılış parçası. Güm güm vuran bir davul sesiyle başlar, sonra yavaş yavaş
diğerleri katılırlar. Davul hiç susmaz, ritmi değişmez. İki satır sözü vardır: <i style="mso-bidi-font-style: normal;">It’s A Rainy Da Sunshine Girl / It’s A Rainy
Day, Sunshine Baby</i>. Şarkı bizi böylece dört mevsim dolaştırır. Krautrock
akımını muhtemelen en iyi tarif eden şarkıdır. Saplantılı şekilde tekrarlanan
hipnotik bir ritm, rastgele sözler, dinlenip bitirilecek değil içinde yaşanacak bir müzik...<o:p></o:p></span></div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEibBboGTclMXY7gsSrXS6SYqndPEEzrd8ymeY2uvP7ik4LJCCga9QdEvR0BpLyFf6UMGx9Kjp2FuG0k3TFmhb51pONrbqqDnPjOIa3v1utk2WuFsSeTE9NWTdUl9o1oJW8Q4nTU6n9yUgw/s1600/51SfSxTi8mL.jpg" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><span style="font-size: small;"><img border="0" data-original-height="300" data-original-width="300" height="120" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEibBboGTclMXY7gsSrXS6SYqndPEEzrd8ymeY2uvP7ik4LJCCga9QdEvR0BpLyFf6UMGx9Kjp2FuG0k3TFmhb51pONrbqqDnPjOIa3v1utk2WuFsSeTE9NWTdUl9o1oJW8Q4nTU6n9yUgw/w211-h211/51SfSxTi8mL.jpg" width="120" /></span></a></div>
<h2>
<span style="font-size: small;">
7. Castle in the Air (Eloy)</span></h2>
<h1>
<span style="font-size: small;"><o:p></o:p></span></h1>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-size: small;">Yetmişlerin Alman gruplarından biri olmasına rağmen, tarzı
dönemin İngiliz gruplarına daha yakın olduğu için genelde krautrock alt türü
içinde sayılmayan ve hüzünlü minör melodileri sayesinde ülkemizde oldukça
sevilen Eloy’un 1974 tarihli <i>Floating </i>albümünün açılış parçası, prog-rock dersi
gibidir.<o:p></o:p></span></div>
<h2>
<span style="font-size: small;"><span style="mso-spacerun: yes;"> <div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhDebc17AJtjuv0JDyn28AQYBActQ1ncVTx6pRK85V7YGeIjmp6aFsoCVCNpPuuQWq3O2VPvuigysLSXbU0dSkp9piBGD60jMG47xgIHunxxBFtgBSIF2G9H2uNUbVg0R82KnLR_lnPaXg/s1600/cover_104510172017_r.jpg" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="300" data-original-width="300" height="120" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhDebc17AJtjuv0JDyn28AQYBActQ1ncVTx6pRK85V7YGeIjmp6aFsoCVCNpPuuQWq3O2VPvuigysLSXbU0dSkp9piBGD60jMG47xgIHunxxBFtgBSIF2G9H2uNUbVg0R82KnLR_lnPaXg/w201-h201/cover_104510172017_r.jpg" width="120" /></a></div>
</span>6. Ioss (Koenji Hyakkei)</span></h2>
<h1>
<span style="font-size: small;"><o:p></o:p></span></h1>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-size: small;">Japon underground müziğinin efsane davulcusu Tatsuya Yoşida, iki kişilik Ruins grubuyla daha çok bilinir, doksanlarda İstanbul'u da bir sallamışlıkları vardır. Koenji Hyakkei (Koenji'den Yüz Manzara), bir yan proje olarak kurulmuş ama zaman içinde kalıcı bir kariyeri olmuş. Tamamen kendine özgü bir tarzları vardır, ellerini atmadıkları müzik türü kalmaz. <i>Ioss</i>, 1994 tarihli ilk albümlerinin ilk şarkısı. Anlatması zor. Dinlerken yarattığı his, kıyametin tam o anda gelmesi ve kaçış olmaması gibi bir şey.</span></div>
<h2>
<span style="font-size: small;"><span style="mso-spacerun: yes;"> <div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhMTnq2wo5m_RLrMIziYBLwU3HJswILMQHfoyQ923Jfd8fyZ5B8jKiJzB8FHFD-801z8bmbaEAox59uAM_DGw875OkOhFLSfPNlRe_VIFKkCk1W1BOLuNJZmTU7f8kZ0qSW_hQ_o9VFUcM/s1600/p03frskx.jpg" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" data-original-height="248" data-original-width="300" height="120" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhMTnq2wo5m_RLrMIziYBLwU3HJswILMQHfoyQ923Jfd8fyZ5B8jKiJzB8FHFD-801z8bmbaEAox59uAM_DGw875OkOhFLSfPNlRe_VIFKkCk1W1BOLuNJZmTU7f8kZ0qSW_hQ_o9VFUcM/s320/p03frskx.jpg" width="120" /></a></div>
</span>5. Hallogallo (Neu!)</span></h2>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-size: small;"><o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-size: small;">Neu!, krautrock'un geleceğe açılan kapısıdır. Rock altyapısıyla çalarlar ama kulağa elektronik müzik gibi gelir. Bugün dinleyince 1972'de yapılmış olduğuna şaşabilirsiniz. Bu şarkı, grubun kendi adını taşıyan (ya da bir ad taşımayan) ilk albümünün açılışıdır. Krautrock'un alameti farikası motorik ritmi baştan sona gider, onun yanında envai çeşit ses girip çıkar, rüyada uzaylı istilası görmek gibidir. Beni en çok etkileyen ise, grubun kendine Neu! (Yeni!) adını vermekteki, hatta bir de sonuna ünlem koymadaki cesareti. Yetmişlere özgü bir ruh hali, yepyeni bir şey yapma ve onunla bir şeyleri değiştirme arzusu, daha doğrusu bunun mümkün olabildiğine dair inanç... Oysa 21. yüzyılın ortalarına doğru, geleceğin daha iyi olacağına dair inancımızı tümüyle tüketmiş haldeyiz. Yetmişlerin müziğini asıl heyecan verici yapan şey bu. </span><br />
<span style="font-size: small;"><br /></span>
<span style="font-size: small;"><br /></span></div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiYnTF43-hfGtAXORZmLuEjWMpVY56BE24ilvts0tkz_BPA8rMpgE1DZAF56meqi8K5I-f-psU1gN4nb2XAOEHEEzlMpLfYi2E4Ap0miTARVkvZUrNbc64MFw5M27sk1jeKr1bS0KUEFwc/s1600/81lnts0CkAL._SY355_.jpg" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><span style="font-size: small;"><img border="0" data-original-height="300" data-original-width="300" height="120" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiYnTF43-hfGtAXORZmLuEjWMpVY56BE24ilvts0tkz_BPA8rMpgE1DZAF56meqi8K5I-f-psU1gN4nb2XAOEHEEzlMpLfYi2E4Ap0miTARVkvZUrNbc64MFw5M27sk1jeKr1bS0KUEFwc/s320/81lnts0CkAL._SY355_.jpg" width="120" /></span></a></div>
<h2>
<span style="font-size: small;">
4. Thick as a Brick
(Jethro Tull)</span></h2>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-size: small;"><o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-size: small;"><i>Thick As A Brick</i>, Ian Anderson'un başlangıçta prog-rock parodisi olarak düşündüğü, ama fazla gerçekçi bir parodi olduğu için prog-rock klasiği sayılan 1972 tarihli bir konsept albüm, daha doğrusu kırk küsur dakikalık tek bir şarkı. Plağın iki yüzüne basılabilmesi için iki parçaya bölünmüştür, ama ikinci parça, tam birincinin bittiği yerden başlar, böylece dinleyicinin zihninde birleşir. Başında ve sonunda tekrarlanan akılda kalıcı bir ana temanın arasında müzik coşkun bir ırmak gibi akar. Bu albümün başarısı üzerinde, hemen ardından benzer formdaki <i>A Passion Play</i> albümünü çıkartırlar. O pek tutmayınca, önceki hard rock çizgisine geri dönerler ama <i>Thick As A Brick</i> yaptıkları ve yapacakları en muhteşem şey olarak kalır.</span><br />
<span style="font-size: small;"><br /></span></div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjz_5HooYYavBhOgtIZ8ypHMQaNsmAUUP9s3QayaGthIakscSxJVt67MoOleUTALbnthBxW9X5REhMKLv2EbBwRchYAXVqFhgS47VgjrFHtmqZWDoNlhypV_Nioc2zgfJ80S2DJ1PR-w00/s1600/31C0RV549NL.jpg" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><span style="font-size: small;"><img border="0" data-original-height="300" data-original-width="235" height="120" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjz_5HooYYavBhOgtIZ8ypHMQaNsmAUUP9s3QayaGthIakscSxJVt67MoOleUTALbnthBxW9X5REhMKLv2EbBwRchYAXVqFhgS47VgjrFHtmqZWDoNlhypV_Nioc2zgfJ80S2DJ1PR-w00/s320/31C0RV549NL.jpg" width="120" /></span></a></div>
<h2>
<span style="font-size: small;">
3. Fracture (King
Crimson)</span></h2>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-size: small;"><o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-size: small;">Robert Fripp'in
yıllar içinde bir ekol haline gelen gitar tekniğinin zirvesi olan bu şarkı, 1974 tarihli <i>Starless and Bible Black</i> albümünün son şarkısıdır. Üst üste eklenen ritimler ve enstrümanlarla giderek katmanlanan karmaşık bir döngü, King Crimson'un alameti farikası olan vurucu bir rife bağlanır, sonra geri döner, başka diyarlardan dolaşır ve yeniden yükselir, gümbür gümbür finale gider. King Crimson, prog-rock deyince adı ilk akla gelen gruptur muhtemelen, bu onların adı ilk akla gelen şarkısı değildir ama müzikal zirvelerinden biridir. </span><br />
<span style="font-size: small;"><br /></span></div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgqGz4e2ZYUSX5ieaQHUhuIgDsV-umxTyxTy18JY8zORFnVdW5SH9_uD5DG1JvhSjkU4lQbZ7Y2UjxFaqccQik0yVCop1MneJhS8kaadS0JQrjIQ3hAamdse2ep-s8UXhzB0-sVvisQNO4/s1600/camel.jpg" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><span style="font-size: small;"><img border="0" data-original-height="220" data-original-width="220" height="120" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgqGz4e2ZYUSX5ieaQHUhuIgDsV-umxTyxTy18JY8zORFnVdW5SH9_uD5DG1JvhSjkU4lQbZ7Y2UjxFaqccQik0yVCop1MneJhS8kaadS0JQrjIQ3hAamdse2ep-s8UXhzB0-sVvisQNO4/s320/camel.jpg" width="120" /></span></a></div>
<h2>
<span style="font-size: small;">
2. Lady Fantasy
(Camel)</span></h2>
<div>
<span style="font-size: small;">Camel, kalitesi ve derinliği açısından prog-rock türünü de aşan bir cevherdir. Vokal konusunda çok iddialı olmadığı için popülerliği sınırlı kalmış, ama gerçek prog dinleyicileri için tanrı katındadır. Andrew Latimer, gitarla gösteriş yapmaz, ama öyle sesler çıkarır ki o aletten, elektro gitar onun için icat edilmiş sanırsınız. 1974 tarihli <i>Mirage</i> albümlerinin kapanış parçası <i>Lady Fantasy</i>, aynı zamanda en meşhur şarkılarıdır muhtemelen, en yumuşak ve iç parçalayıcı melodilerden en vahşi gitar sololara uzanan bir müzik şölenidir, sadece prog-rock türünün değil müzik sanatının zirvelerinden biridir. </span><br />
<span style="font-size: small;"><br /></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-size: small;"><o:p></o:p></span></div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhUvjgcNFj55bMaUmUx2-SlSKsxfzuIWo3Gj0ZK7KmczJ_MP0DzcqUapDWJm70LAvCzmv6k1iOEIsqV_dpY5P2ZhvCENjp8Lfjye8-ok8Avq9mFThTxxRXEwP5avyOuef4KyZe8TjJ_bBU/s1600/indir.jpg" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><span style="font-size: small;"><img border="0" data-original-height="224" data-original-width="225" height="120" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhUvjgcNFj55bMaUmUx2-SlSKsxfzuIWo3Gj0ZK7KmczJ_MP0DzcqUapDWJm70LAvCzmv6k1iOEIsqV_dpY5P2ZhvCENjp8Lfjye8-ok8Avq9mFThTxxRXEwP5avyOuef4KyZe8TjJ_bBU/s320/indir.jpg" width="120" /></span></a></div>
<h2>
<span style="font-size: small;">
1. Yoo Doo Right
(Can)</span></h2>
<div>
<span style="font-size: small;">Krautrock'un en karizmatik grubu, Köln merkezli Can'in, 1969 tarihli ilk albümü Monster Movie'nin B yüzünü kaplayan 23 dakikalık Yoo Doo Right, söylenene göre, çok daha uzun ve çoğunluğu doğaçlama olan bir kayıttan plağın bir yüzüne sığacak şekilde editlenmiştir. Dinlerken pek öyle gibi gelmez, bir nehir gibi akar. Farklı bölümlerden oluşan, süit tarzı bir eser değildir bu. Vokalist Malcolm Mooney'nin sevgilisine yazdığı bir mektuptaki cümleleri saplantılı bir şekilde rastgele sırayla okumasından ibaret sözler ve basit bir melodi, defalarca tekrarlanır, her bir tekrarda dizelerin sırası değişir, her bir tekrar birbirinden farklıdır. Bas ve davullarla girer, gitar ve klavye eklenip coşar yükselir, sonra tekrar düşer, hatta bir ara sadece iki bagetin birbirine çarpma sesine kadar iner. Sonra tekrar yükselir. Şarkının finali, plakta yer kalmadığı için bittiğini belli eder, bıraksalar sonsuza kadar sürecektir sanki. Benim için sadece müzik sanatının değil, sanatın özüne dair bir güçlü önermedir bu şarkı. Sanat hayattır. Sanatı izleyenler, dinleyenler, bakanlar, okuyanlar vardır, bir de içinde yaşayanlar vardır. Bu şarkı sizi içinde yaşamaya davet eder.</span></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-size: small;"><o:p></o:p></span></div>
<br />Unknownnoreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3006154104473132628.post-16996587131966854492017-03-14T08:26:00.000+03:002020-01-29T08:35:39.455+03:00İktidarın Yalan BorcuTürkçe’deki en güzel ve absürt deyimlerden biridir: “Sana yalan borcum mu var?” Bilirsiniz, yalan için bir gerekçe gösterilmeden yalan söylemekle itham edilen kişilerin sözüdür. Benim bu yalanı söylemekten bir çıkarım olmadığına göre, geçmişteki başka bir mevzudan kalan bir borcu kapatıyor olmalıyım. Sözün absürtlüğü, ortada yalanla kapatılabilecek bir borç varsa dahi, bu borcun ters yönde olması gerekmesinden kaynaklanıyor. Yalan söylemekten yarar sağlayacak kişinin yalanı söyleyen olmasını bekleriz, dinleyen değil. Tabii, ölümcül hasta birine, kırk beş dakika ömrü kaldığını söylemek yerine, “çok iyisin, süpersin, çık dışarı oyna” dediğiniz durumlar hariç. Ama bunları kuralı bozmayan istisnalar kabul edebiliriz. Kural olarak; yalanı yutuyorsanız, sizin hayrınıza değildir.<br />
<div>
<div>
<br />
Lâkin görünen o ki, ikili ilişkiler ölçeğinde geçerli görünen bu kural, toplumsal düzlemde pek de geçerli olmayabiliyor.<br />
<br /></div>
<div>
Oxford sözlüğünün 2016’da yılın kelimesi olarak seçtiği “hakikat ötesi” (post-truth) kavramından girelim. İnternetin birincil iletişim aracı haline geldiği çağımızda, sağcı politikacılar, bir noktada, söyledikleri yalanların ortaya çıkmasının pek büyük bir problem olmadığını fark ettiler. Çünkü hitap ettikleri kitle, gerçek ortaya çıksa bile, büyük bir azimle buna kulaklarını tıkamayı başabiliyordu. Ortalama üç sözünden ikisi yalan olan Donald Trump; taraftarlarını, kendisine karşı yapılan ne kadar yayın varsa ve ne kanıt gösterirlerse göstersinler, hepsinin kurmaca ve yalan olduğuna ikna etmeyi başarabiliyor. Çünkü, ülkenin lümpenleri, kendi kafalarında kaynayan pislikler Trump’un ağzından döküldüğü andan itibaren onu her sözüne inanacakları liderleri olarak benimsediler. Eğer biri onun sözlerinin yalan olduğunu kanıtlamaya çalışıyorsa, iktidarı ele geçirmeye çalışan karanlık güçlerin emrindedir. Aynı fenomen dünyanın pek çok yerinde yaşanıyor, ülkemiz de bundan en çok nasibini alan yerlerden biri. Siyasal tartışmalar tarihe karıştı. İktidar mensupları, hiçbir sözlerini kanıtlama gibi bir sorumluluk hissetmiyorlar ve söyledikleri yalanlar için hiçbir bedel ödemeleri gerekmiyor. Daha önceleri, gerçek ortaya çıkarsa başlarının derde gireceği korkusu vardı ama öyle bir dünya yarattılar ki, yalanlarla gerçekler birbirinden ayırt edilemiyor ve bu şekilde işler tıkır tıkır yürüyor. </div>
<div>
<br />
Elbette yalan siyasetin içinde her zaman vardı. Büyük usta Nazım Hikmet’in bilgi çağı olmayan bir çağda ifade ettiği gibi; antenler, rotatifler, ilanlar, afişler ve kızların çıplak baldırları yalan söylüyorsa, ellerimiz isyan etmesin diyedir. Ama bilgi çağında, gerçeklere de aynı ortam üzerinden (internetten) erişim imkânı açık olduğu halde, hâlâ yalanın bu kadar itibar görmesi; ağzından çıkan her sözün sorumluluğunu taşıması gereken kişilerin, yalan olduğu saniyeler mertebesinde bir sürede kanıtlanabilecek yalanları, gözlerini kırpmadan söylerken, yalanın müşterilerinin, işin aslını astarını öğrenmek için değerli saniyelerini vermeye yanaşmaktansa, yalanı kuyruğuyla birlikte yutmayı yeğlemesi, ellerimizin isyan etmek yerine alkış tutmayı tercih etmesi, insanın akli melekeleriyle ilgili şimdiye kadar bildiğimiz ve az çok uygarlığımızı üzerine kurduğumuz şeylerin temelini oyuyor. </div>
<div>
<br />
İster istemez, aslında herkes neyin yalan neyin gerçek olduğunun farkında, sadece bizi sinir etmek için böyle davranıyorlar gibi bir hisse kapılıyorsunuz. Birkaç yıl öncesine ait bir haber programından bir sahne var notlarımda: Fransa parlementosunun Ermeni soykırımını inkâr etmeyi suç sayan (ve sonra Fransa Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilen) yasa tasarısını oyladığı ve bizim milletçe krem şokolaya ve ferforjeye düşman olduğumuz günlerin birinde, Paris’te parlemento önünde tasarıyı protesto eden bir gurbetçi, uzatılan mikrofona şunları söylüyor: “Biz bu soykırımı sonuna kadar inkâr etmeye devam edeceğiz.” Gurbet elde yetişmiş vatan evladının Türkçemize pek hakim olmamasına yorabilirsiniz tabii, inkâr etme sözünün inkâr edilen şeyin aslında gerçek olduğu anlamını içerdiğinin farkında olmayabilir. Ama bir ihtimal, aslında gerçekten demek istediği şeyi diyor: Biz bunun gerçek olup olmamasıyla ilgilenmiyoruz, bunu devletimizin milletimizin yararına inkâr etmemiz gerektiğine inandığımız için inkâr ediyoruz. Burada yalan, birilerini aldatmak için söylenen bir şey olmaktan çıkmış, bir milletin hamuruna nüfuz etmiş. Paylaşılan yalan, topluluk kimliğinin parçası haline gelmiş.</div>
<div>
<br />
Bu kişilerin, yalan olduğunu bildiği bir şeye inanıyormuş gibi göründüğünü söylemiyorum. O kadar basit değil. Bunun arkasında “aktif meraksızlık” diyebileceğimiz bir mekanizma işliyor. Sorgulanmaz ilan edilen şeye karşı herhangi bir sorgulama geldiğinde, kulaklar kapanıyor, aklın fişi çekiliyor ve ezberden bir metin okunmaya başlanıyor. Bu hale geçmiş bir beyine; gerçekle, mantıkla, neden-sonuç ilişkileriyle nüfuz etmeniz artık mümkün olmuyor.</div>
<div>
<br />
Nazım Hikmet’in az önce andığımız şiirinde, buradaki duruma istemeden temas eden ilginç bir bölüm daha var:<br />
<br /></div>
<table><tbody>
<tr><td width="50"></td><td><div>
Ve insanlar, ah, benim insanlarım,</div>
<div>
yalanla besliyorlar sizi,</div>
<div>
halbuki açsınız,</div>
<div>
etle, ekmekle beslenmeye muhtaçsınız.</div>
<div>
</div>
</td></tr>
</tbody></table>
<br />
Üstad, bunu yirmi birinci yüzyılda yazmış olsaydı, son dizede et ve ekmek yerine besin değeri yüksek lifli sebzelere yer vermeyi tercih edebilirdi, ama konumuz bu değil. Konumuz, yalanın beslenmek için yararlanılabilecek bir şey olması. Beslenmek için bir topluluğun parçası olmak gerekiyor ve çoğu durumda bu da bir yalanı, ya da daha tarafsız bir tabirle söylersek, bir hikâyeyi benimsemekten geçiyor.</div>
<div>
<br />
Biz, akla ve bilime dayalı modern uygarlığımızı kurup demokrasi ile yönetilen ülkeler tasarlarken, bu kalın kafalılık halinin insanın bu derece hamuruna işlemiş bir şey olduğunun o kadar da farkında değildik. Gerçekler ortaya döküldüğünde, insan aklının neden-sonuç ilişkilerini takip ederek doğruları bulacağına inanıyorduk ama bu inancın boş olduğu, ancak gerçekler ortaya dökülünce anlaşıldı. </div>
<div>
<br />
Yalanın besin değeri de demokrasi ortamında daha da belirginleşiyor. Demokrasi varsa seçme hakkı vardır ve oylarınızla iktidarı belirleyebilirsiniz. Ama işler öyle yürümez, çünkü oyu verenlerin hamurunda, gücün çevresinde pervane olma içgüdüsü vardır. Büyük orduların askerlerinin soyundan geliyoruz, onların yok ettiklerinin değil. Ama elimize bir oy tutuşturulmuştur. Onu isteyenlerin karşılığında bir şey vermesi gerekir. Bu borçlarını da yalanla öderler. Bizim için yeterlidir, böylece taşlar yerine oturur ve kendimizi hem seçme hakkı olan bir birey, hem de kazanan ordunun bir neferi hissederek sıcak yataklarımıza kıvrılırız.</div>
<div>
<br /></div>
Unknownnoreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3006154104473132628.post-6933537344843155762016-11-30T13:48:00.000+03:002018-08-31T09:35:24.909+03:00Sıcak Kafa<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjQ_MLPS3xQOiZaOjuFLfa3MCOu7fXcZsC8wdZDKxtxq3npN3HpBfLGcYc8K7zPmcOiZIOlmdq4iAzd8zGfgXpkNIQCb4e0x7PMS3-79S593V6QCPTwNhETuvRbXaSKNnNkTJadRZ0H6pQ/s1600/skpics.jpg" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" height="282" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjQ_MLPS3xQOiZaOjuFLfa3MCOu7fXcZsC8wdZDKxtxq3npN3HpBfLGcYc8K7zPmcOiZIOlmdq4iAzd8zGfgXpkNIQCb4e0x7PMS3-79S593V6QCPTwNhETuvRbXaSKNnNkTJadRZ0H6pQ/s320/skpics.jpg" width="320" /></a></div>
<span style="font-family: inherit;">Bir apokaliptik distopya ya da dilbilimkurgu olarak tanımlayabileceğimiz <b>Sıcak Kafa</b>, Kasım 2016 itibarıyla April etiketiyle çıktı.</span><br />
<span style="font-family: inherit;"><br /></span>
<span style="font-family: inherit;">Roman, yakın gelecekte ya da alternatif bir şimdiki zamanda, her tarafa yayılmış bir delilik salgınıyla boğuşan bir dünyada geçiyor. Salgının kaynağı, ARDS denilen ve konuşma yoluyla bulaşan bir hastalıktır. Hastalığa yakalananlar, saçma sapan konuşurlar ve davranırlar. Sağlıklı bir kişi, bir hastanın konuşmalarını yeterince uzun süre dikkatini vererek dinlediğinde, hastanın söyledikleri giderek mantıklı gelmeye başlar, artık o da hastalığa yakalanmıştır ve bir daha eski haline dönemeyecektir.</span><br />
<span style="font-family: inherit;"><br /></span>
<span style="font-family: inherit;">Kahramanımız Murat Siyavuş, bir dilbilimcidir. Zamanında hastalık üzerine çalışmış ama umudunu kaybederek annesinin evine sığınmıştır. Televizyonun karşısından pek ayrılmadan, olabildiğince hareketsiz bir hayat sürmektedir. SMK denilen ve herkesin çekindiği bir devlet kurumu tarafından arandığını öğrenince, evden ayrılmak ve salgının dönüştürdüğü dünyayla yüzleşmek zorunda kalır. Bu arada ona yeniden yaşama sevinci veren Şule'yle tanışır ve dünyanın baş aşağı gidişine rağmen içinde geleceğe dair bir umut ışığı yanar. Daha fazlasını anlatarak okuma zevkini zedelemeyelim.</span><br />
<span style="font-family: inherit;"><br /></span>
<span style="font-family: inherit;">Kitapla ilgili bazı yazı ve söyleşilerin linkleri aşağıda. Bazılarını kitabı okuduktan sonra okumak daha anlamlı olabilir.</span><br />
<br />
<div class="MsoNormal">
<div class="MsoNormal" style="background: white;">
<span style="color: #222222; font-family: inherit; font-size: 9.5pt;">K24</span><br />
<a href="http://t24.com.tr/k24/kitap/sicak-kafa,170" style="font-family: inherit;" target="_blank"><span style="color: #1155cc;">http://t24.com.tr/k24/kitap/sicak-kafa,170</span></a></div>
</div>
<div class="MsoNormal" style="background: white;">
<span style="color: #222222; font-family: inherit; font-size: 9.5pt;"><br /></span>
<span style="color: #222222; font-family: inherit;">Kitapeki.com</span><br />
<div class="MsoNormal" style="background-attachment: initial; background-clip: initial; background-image: initial; background-origin: initial; background-position: initial; background-repeat: initial; background-size: initial;">
<a href="http://kitapeki.com/dile-uygarliga-dunyanin-sonuna-dair-bir-roman-sicak-kafa/" style="font-family: inherit;" target="_blank">http://kitapeki.com/dile-uygarliga-dunyanin-sonuna-dair-bir-roman-sicak-kafa/</a><br />
<span style="color: #222222; font-family: inherit;"><a href="http://kitapeki.com/saheser-bir-sacmalama/">http://kitapeki.com/saheser-bir-sacmalama/</a></span><br />
<span style="color: #222222; font-family: inherit;"><br /></span>
<span style="color: #222222; font-family: inherit;">Artful Living</span></div>
<div class="MsoNormal" style="background-attachment: initial; background-clip: initial; background-image: initial; background-origin: initial; background-position: initial; background-repeat: initial; background-size: initial;">
<div class="MsoNormal">
<a href="http://www.artfulliving.com.tr/edebiyat/dilbilimkurgu-bir-roman-sicak-kafa-i-9534" style="font-family: inherit;" target="_blank">http://www.artfulliving.com.tr/edebiyat/dilbilimkurgu-bir-roman-sicak-kafa-i-9534</a><br />
<span style="color: #222222; font-family: inherit; font-size: 9.5pt;"><br /></span>
<span style="color: #222222; font-family: inherit;">Cumhuriyet Kitap</span></div>
<div class="MsoNormal" style="background-attachment: initial; background-clip: initial; background-image: initial; background-origin: initial; background-position: initial; background-repeat: initial; background-size: initial;">
<div class="MsoNormal" style="background-attachment: initial; background-clip: initial; background-image: initial; background-origin: initial; background-position: initial; background-repeat: initial; background-size: initial;">
<span style="color: #1155cc; font-family: inherit;"><a href="http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/kitap/649874/Afsin_Kum_dan__Sicak_Kafa_.html" target="_blank">http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/kitap/649874/Afsin_Kum_dan__Sicak_Kafa_.html</a></span><br />
<span style="color: #222222; font-family: inherit; font-size: 9.5pt;"><br /></span><span style="color: #222222; font-family: inherit;">Kayıp Rıhtım</span><br />
<span style="color: #222222; font-family: inherit;"><a href="https://kayiprihtim.com/inceleme/sicak-kafa-afsin-kum/">https://kayiprihtim.com/inceleme/sicak-kafa-afsin-kum/</a></span><br />
<span style="color: #222222; font-family: inherit;"><br /></span>
<span style="color: #222222; font-family: inherit;">Kitap Muhabbeti</span></div>
</div>
</div>
<div class="MsoNormal" style="background-attachment: initial; background-clip: initial; background-image: initial; background-origin: initial; background-position: initial; background-repeat: initial; background-size: initial;">
<div class="MsoNormal" style="background-attachment: initial; background-clip: initial; background-image: initial; background-origin: initial; background-position: initial; background-repeat: initial; background-size: initial;">
<span style="color: #1155cc; font-family: inherit;"><a href="http://kitapmuhabbeti.blogspot.com.tr/2016/11/scak-kafa.html" style="font-family: inherit;" target="_blank">http://kitapmuhabbeti.blogspot.com.tr/2016/11/scak-kafa.html</a></span><br />
<span style="color: #222222; font-family: inherit; font-size: 9.5pt;"><br /></span>
<span style="color: #222222; font-family: inherit;">Pulbiber</span></div>
<span style="color: #1155cc; font-family: inherit;"><a href="http://pulbiberdergi.com/2016/12/23/7094/" style="font-family: inherit;" target="_blank">http://pulbiberdergi.com/2016/12/23/7094/</a></span><br />
<span style="color: #222222; font-family: inherit; font-size: 9.5pt;"><br /></span>
<span style="color: #222222; font-family: inherit;">Arakat Sanat</span></div>
</div>
<div class="MsoNormal" style="background: white;">
<a href="http://www.arakatsanat.com/anlamsizlik-urkutucu-bir-sey/" style="font-family: inherit;">http://www.arakatsanat.com/anlamsizlik-urkutucu-bir-sey/</a></div>
<div class="MsoNormal" style="background: white;">
<br /></div>
Unknownnoreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3006154104473132628.post-64418825589535759392016-01-11T09:32:00.000+02:002016-01-11T09:32:01.581+02:00Newspeak 2016<div class="MsoNormal">
<span lang="EN-US">Devlet Bahçeli’nin kaldığı yerden devam
edeyim (en son 29’la 11’i toplayıp 40 bulmuştu hatırlarsınız), onu da çarp
100’le, ne etti? 4000. Hangi yıldayız? 2016. Onu da çıkar 4000’den. Ne etti?
Burada zorlananlar olabilir, ben söyleyeyim, 1984.</span><br />
<br />
Bu zamanda, bu ülkede yaşayıp da George
Orwell’in klasiğini hatırlamamak mümkün değil. Edebiyat tarihinin en ünlü siyasi
distopyası, ününü, en çok, zaman içinde dilin bir parçası haline gelmiş
kavramlar icat etmiş olmasına borçludur herhalde. Büyük Birader, Teleekran, Gerçek
Bakanlığı, Bellek Deliği gibi...
Bunlardan biri de orijinalinde Newspeak olarak geçen Yenidil. Grameri eski dilin
bir benzeridir, ama sözcük dağarcığı ve anlam dünyası, iktidarın öncelikleri
doğrultusunda sürekli değişken olacak şekilde düzenlenmiştir. Sözcükler,
iktidar uygun gördüğünde tam karşıt anlamlarıyla yer değiştirebilir. Bu dilde,
“cehalet bilgidir” ya da “özgürlük itaattir” gibi cümleler anlamlı ve
geçerlidir. Amaç dili kontrol altına almak yoluyla düşünceyi kontrol altına
almak, daha doğrusu düşünceyi pratikte imkansız hale getirmektir.<br />
<br />
Son günlerde tanık olduğumuz bazı şeyler,
şu anda, ülkemizde bir tür Newspeak ortamında yaşadığımızı düşündürüyor. Adı
konmamış sadece. Diyarbakırlı bir öğretmen canlı yayına bağlanıyor. Bağlanmadan
önce, soracağı sorular konusunda yalan söylüyor anlaşılan (ki böyle yapmasa
canlı yayına bağlanmasının mümkün olmadığını kanal yönetiminin açıklamasından
anlıyoruz), ismi konusunda da yalan söylüyor olabilir ya da öğretmen olduğu
konusunda. Önemli değil, önemli olan söyledikleri. “Çocuklar öldürülmesin,
insanlar ölmesin, sesimizi duyun,” diyor.<br />
<br />
Bunun karşısında “Gerçek Bakanlığı”
harekete geçiyor ve programda “terör propagandası” yapıldığı haberleri yapıyor.
Program sunucusunun tepki göstermediği söyleniyor. “Çocuklar öldürülmesin”
diyen birine ne tepki gösterilebilir? Mesela şöyle bir şey mi: “Siz çocuklar
öldürülmesin diyorsunuz ama öldürülmez de büyürlerse sizin gibi olmazlar mı
Ayşe Hanımcığım?” Doğrusu, benim aklıma başka gerekçe gelmiyor.<br />
<br />
Bunu açıkça söyleyenler de var, yılanın
başını küçükken ezeceksin, zaten büyüyünce terörist olacaktı gibi şeyler
yazanlar, ceset fotoğraflarını paylaşıp altına şehvet dolu yorumlar yapanlar...
Bunların olmasına şaşırmıyoruz, hiçbir zaman eksik olmadılar zaten. Burada
gerçekten çok tuhaf olan, bunları yazanlarda, bu yüzden ayıplanmak gibi bir
korkunun zerresinin olmaması. İktidar ve medyası gözünde makbul olanlar onlar. Bazı
çocukların, sırf belli bir bölgede dünyaya geldiler diye öldürülmesi
gerektiğini savunmanın, mesela, halkı kin ve düşmanlığa yöneltmek suçu
kapsamına giriyor olabileceğine dair hiçbir endişeleri yok. Çünkü o maddenin o
anlama gelmediğini çok iyi biliyorlar.<br />
<br />
Ama mesela başka birileri, “barış
istiyoruz, savaş dursun, ölümler olmasın, çocuklar öldürülmesin,” dediğinde,
sırf bunu dedikleri için “terör propagandası” ile suçlanabiliyorlar. Sırf bunu
dedikleri için... Bütün bu tartışmada örgütler, ideolojiler, kimin haklı kimin
haksız olduğu, kimin öldüğü, kimin öldürdüğü gibi şeyler geçmiyor bile. Terör
propagandası olduğu iddia edilen şey, “çocuklar öldürülmesin” sözünün kendisi.<br />
<br />
İktidarın ve medyasının bize belletmeye çalıştığı Yenidil bu işte. “Barış
istiyoruz” sözü Yenidil’de terör anlamına geliyor, “yılanın başını küçükken
ezeceksin” sözü ise vatan sevgisi. Bu dil, kafamızdaki iyi-kötü, doğru-yanlış
kategorilerini yıkmak ve böylece düşünmemizi imkansızlaştırmak için
kurgulanıyor. Gözümüzün önündeki gerçeği söyleyemeyeceğiz, çünkü onu söylerken
kullanacağımız sözcükler artık başka anlamlara geliyor olacak. Böylece
düşünemez hale geleceğiz. Kimse düşünemediğinde, iktidarın devamına tehdit olan
bir şey de kalmayacak. Sistem aşağı yukarı bu.</div>
Unknownnoreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3006154104473132628.post-5395581204121243682015-11-26T21:06:00.001+02:002015-11-26T21:06:28.223+02:00Inception Üzerine Bir NotInception neden kötüdür biliyor musunuz?
<br />
<br />
Kısaca söylemek gerekirse, tüm hikayesini bir mantık hatası üzerine kurduğu için...
<br />
<br />
Christopher Nolan'ın özellikle yeniyetme sinema meraklısı kuşağını ağzı açık bırakan filmi Inception, hikayesinin merkezine, rüyadaki zamanın gerçektekine göre 20 kat hızlı geçmesi gibi bir veriyi alır. Bu bilgi ne derece bilimseldir bilmiyorum, ama önceden de rüya görme dediğimiz şeyin, bizim algıladığımızdan çok daha hızlı olup bittiğini duymuştum. Buna inanmamak için bir neden yok, çünkü gayet mantıklı bir açıklaması da var. Gerçek hayatın hızı, fiziksel varlıkların hızına bağlıdır. Bir yerden bir yere gitme hızı, konuşma hızı, algılama hızı, sinirlerin iletim hızı, hatta ses hızı... Beyin, gerçek dünyaya uyum sağlamak ve konudan kopmamak için çoğu zaman kendini yavaşlatmak zorundadır.
<br />
<br />
Rüyada ise fiziksel tüm engeller kalkmıştır, rüyanın kendi sanal gerçekliğini beyin kendisi yaratmaktadır ve tabii ki fiziksel hız limitlerine bağlı kalmak gibi bir zorunluluğu yoktur. Kendini yavaşlatmak için bir nedeni de yoktur. Dolayısıyla rüya zamanının beynin tam hızıyla çalışmasına uygun şekilde belirlenmesi akla gayet yakın.
<br />
<br />
Filmde bir de rüya içinde rüya olayı var, bilirsiniz. Hikayeye göre rüya içinde rüya görüldüğünde, zaman bir 20 kat daha hızlanıyor. Evet ama neden böyle bir şey olsun? Gerçekle rüya arasındaki fiziksel koşul farklılıkları burada söz konusu değildir. Zamanın hızlanması gerçek ortamla sanal ortam arasındaki farkla ilgili olsa gerektir. Rüya içinde rüya, yine aynı sanal ortamda vuku bulacağına göre hızında bir değişme olmasının hiçbir açıklaması yok.
<br />
<br />
Peki, filmin gerçekliğinde böyle olduğunu kabul edemez miyiz? Bilemiyorum, belki siz edersiniz, ama ben yapamıyorum. Herhalde, bunu yutmak için, rüya zamanının neden daha hızlı olduğuna dair hiçbir fikir yürütmemiş olmak gerekir. Evet, eğer başlangıçtaki veri de tamamen hayal ürünü olsaydı, bir sorun olmazdı. Ama gerçek bir verinin çarpıtıldığını gördüğünüzde tadınız kaçar. Açıkçası bunu fark edip de önemsemeyenleri anlayamıyorum. Belki iki farklı insan türü var, ben ve benzerlerim bunu görmezden gelemeyenleriz, bir de hiç keyfi kaçmayıp patlamış mısırları lüpleten tür var.
<br />
<br />
Bana Charlie Kaufman'ın senaryo oskarını aldığı Adaptation filminden bir sahneyi hatırlattı. Senarist Charlie, altından kalkamadığı bir uyarlamayla boğuşurken, ikiz kardeşi Donald da senaryo yazmaya merak sarar. Senaryosunu Charlie'ye gösterir. Senaryonun bir yerinde, olaylar öyle bir düğümlenir ki bir karakterin aynı anda iki farklı yerde olması gerekmektedir (ya da öyle bir şey). "Bunu nasıl çözeceksin?" diye sorar Charlie. Donald "özel efektlerle" diye cevap verir. Charlie saçını başını yolar, falan...
<br />
<br />
İşte öyle. Mantık hatasını özel efektleri kökleyerek çözemezsiniz. Ama bir şekilde yutturabiliyorsunuz gibi görünüyor.Unknownnoreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3006154104473132628.post-71969555364820052942015-11-03T14:00:00.000+03:002015-11-10T12:04:00.769+02:00Türk Milleti ZekidirBaşlıktaki önermenin sahibi, devletimizin kurucu lideri Mustafa Kemal Atatürk’le ilgili, Bozkurt kitabında anlatılan bir hikaye vardır. Yazarı şaibeli bir kitabın içeriğine de güven olmayacağını düşünebilirsiniz, ama hikaye aslında Mustafa Kemal’le ilgili herkesin bildikleriyle gayet örtüşüyor. Ayrıntıları yanlış hatırlıyor olabilirim, ana hatlarıyla aşağı yukarı şöyle bir şey:<br />
<div>
<br />
Batı cephesi komutanı İsmet Paşa, Eskişehir’e yönelen Yunan ordusunu durdurmak ve şehri korumakla görevlidir, ama elindeki kuvvet yaklaşan orduya direnemeyecek kadar zayıftır. Askeri açıdan doğru karar, geri çekilmek ve şehrin işgaline izin vermek gibi görünmektedir. Ama İsmet Paşa, Yunan ordusunun şehirdeki müslüman nüfusa yönelik bir katliama girişeceğinden de endişe etmektedir. Onları tümüyle savunmasız bırakmak ve kaderlerine terk etmek içine sinmemektedir. Bu zorlu kararı kendi başına vermek istemez, başkomutana danışır. Mustafa Kemal karargâha gelir, orduların durumuna şöyle bir bakar ve “geri çekiliyoruz” der. Beş dakika bile tereddüt etmez. Kitapta bu, Mustafa Kemal’in askeri meseleler söz konusu olduğunda insani duyguların (zaafların da diyebiliriz) zerre kadar etkisinde kalmamasına örnek olarak anlatılır. Evet, bazı sivil vatandaşlar ölebilir, ama nihai hedef savaşı kazanmaksa eldeki askerleri ve silahları korumak gerekir, sivilleri değil. Savaşı siviller kazanmayacak. Siviller feda edilebilir. “Ben size savaşmayı değil ölmeyi emrediyorum” diyen de aynı kişidir sonuçta. Yufka yürekli birinin edeceği bir laf değildir bu.<br />
<br />
Mustafa Kemal, bu tür kararları verebildiği için büyük bir komutandır. Aynı zamanda iyi bir insan olması gerekmez. Bir kişi aynı anda hem iyi bir asker, hem iyi bir insan olamaz muhtemelen. Şefkatli bir boksör olamayacağı gibi… Bizim için fark etmez. Ulu önderin aynı zamanda pamuk gibi bir kalbi olmasına ihtiyacımız yoktur.</div>
<div>
<br /></div>
<div>
Bir açıdan da böyle kararları tereddütsüz şekilde alabilmek, üstün bir zekaya işaret eder. Bu tarz savaş hikayeleri, hamasi tarih kitaplarında gördüğümüz hikayelere benzemez. Orada şanlı geri çekilmeler, efsanevi sıvışmalar anlatılmaz. Gerçek bir zeka, doğru bir karar vermek için hamasi duyguları bir kenara bırakması gerektiğini bilir. Hamaset, liderin gerektiğinde kullanacağı bir şeydir, etkisinde kalacağı bir şey değil. Tek geçerli kriter vardır; hangi kararın nihai hedefe daha çok hizmet ettiği.</div>
<div>
<br /></div>
<div>
İlkelerinden asla taviz vermemek ve her ne şart altında olursa olsun aynı şeyleri savunmak, bir zeka fonksiyonu değildir. 1 Kasım seçimleri ertesinde, sosyal medyada Aziz Nesin’in seviyesiz özdeyişini tekrarlayan kalın kafalı ulusalcıların anlayamadığı şey bu. Türk milleti zekidir. İktidar, hukuk devletini fiilen ortadan kaldırmış, muhalefeti susturmuş, ülkeyi kan gölüne çevirmiş olabilir. Milletimiz, bunun için çok kızgındır belki. Ama öfkesine yenik düşmeyecek kadar da aklı vardır. Ölçüsüz bir Kürt düşmanlığından başka bir siyasi görüşü olmayan bir sözde muhalefet partisinin tıkadığı bir siyaset sahnesinden çözüm çıkmayacağını görmüştür. Bunlarla uğraşacak zamanı yoktur. Hayat geçip gitmektedir. İşlerin yürümesi lazımdır, piyasa bir an önce açılmalıdır. Daha ev alacaktır, kamyoneti satacaktır, oğluna iş bulacaktır ya da kızını evlendirecektir. Hukuk devleti falan şu an için acil ihtiyaç değildir, feda edilebilir.</div>
<div>
<br /></div>
<div>
Kürtler açısından durum daha da ağır. Başbakan meydanda açıkça “bize oy vermezseniz beyaz toroslar dolaşmaya başlar” demiştir. Kürtler bu mesajı almıştır. Kürt halkı, görülmemiş baskılara direnmiş cesur bir halktır, ama bunu göze alacak kadar değil. Kürt hareketinin mücadelesi ilkesel olarak iyidir hoştur ama canından da kıymetli değildir.</div>
<div>
<br /></div>
<div>
Biz, iktidara muhalif olanlar, bu sonucu beklemiyorduk. Çünkü ancak eğitimle ulaşılabilecek bir salaklıktan muzdaripiz. Herkes gibi bizim de hayatımız geçip gidiyor ama biz işi gücü bırakmış Bilal’in sıfırladığı paralarla falan uğraşıyoruz. Televizyonda tartışma programlarını izleyip sinirden dişlerimizi gıcırdatıyoruz. Zayıf olduğumuzu ve geri çekilmemiz gerektiğini idrak edemiyoruz.</div>
<div>
<br /></div>
<div>
Erdoğan’ı bu milleti gerçekten çok iyi tanıdığı için takdir etmek gerekir. Ağayla savaşa tutuşup sonunda muhtemelen ipe gidecek olan Kibar Feyzo bir tanedir, kalan herkes ağanın arkasında hazırolda durmaktadır. Ve çoğu da Feyzo’dan uzun yaşayacaktır. Erdoğan millete mesajını vermiştir, millet de bunu anlayacak kadar zekidir.</div>
<div>
<br /></div>
<div>
Bu açıdan bakınca anketlerin bu kadar yanılması da anlaşılıyor. Birisi oy vereceğiniz partiyi sorduğunda, gurur duyarak, göğsünüzü gere gere söylemek istersiniz, “aman neme lazım” diyerek oy vereceğiniz partiyi söylemek istemeyebilirsiniz.</div>
<div>
<br /></div>
<div>
Milletin kararına saygı duyma meselesine gelince… Hayır, bence bu tarz bir zekaya saygı duymak zorunda değilsiniz.</div>
Unknownnoreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3006154104473132628.post-41389642922225566812015-06-09T16:41:00.003+03:002015-06-10T16:40:52.364+03:007 HaziranMuhteşem bir seçim oldu.<br />
<br />
Her şey bir yana, barajla birlikte asıl yıkılan, bu ülkenin yoksul ve mazlum halkı Kürtlere karşı yıllardır türlü yalan ve aşağılamayla beslenen ırkçılık barajıydı. Irkçılar yerinde duruyor tabii, onlara insanlıktan nasiplerini bir çırpıda verme şansımız yok, yavaş yavaş alacaklar inşallah. Ama önemli olan, şimdiye kadar Kürt siyasi hareketini dışlayan ve tehdit olarak gören bir kesimin, ülkeyi yobaz-faşist iktidarın elinden kurtarmak için, ırkçılık barajını aşarak onlarla biraraya gelebilmesi oldu. Çok büyük bir kesim değil, ama etkisi büyük. Sadece bu bile, ülkenin kavga, yalan ve nefretle değil, akıl, sağduyu ve uzlaşmayla yönetileceği bir gelecek konusunda umut veriyor.<br />
<br />
Nasıl bir hükümet kurulacağını ve bunun hayatımızı nasıl etkileyeceğini göreceğiz. Aslında, hâlâ, demokrasi olduğunu iddia eden bir ülkede olması gereken temel şartları sağlamaya çalışıyoruz. Mecliste tüm partilerin aldıkları oyla orantılı temsil edilmesini sağlamak otuz beş yıl sürdü. Sıra, anayasanın ve yasaların uygulanabildiği, suç işleyenlerin, yargılanıp cezalandırılabildiği bir ülke kurmaya gelecek diye umuyoruz.<br />
<br />
Bu konuda söylenecek çok şey var tabii. Ama şimdilik, meraklısı için, dikkatimizi seçimin kendisine ve oy oranlarıyla milletvekili sayıları arasındaki ilişkiye, daha doğrusu bu ilişkide herkesin dikkatini çeken tuhaflığa çevirelim.<br />
<br />
Şu an itibarıyla, HDP'nin çıkardığı milletvekili sayısı farklı kaynaklarda 80 ya da 81 olarak geçiyor. Yani kendisinden yaklaşık bir buçuk milyon fazla oy alan MHP ile ya aynı sayıda ya daha fazla milletvekili çıkarmış. Burada bir haksızlık var gibi görünüyor. Peki bu nasıl oluyor?<br />
<br />
Bu sonucu doğuran birkaç faktör var. Birincisi, seçim kanunumuza göre her il, nüfusundan bağımsız olarak, sadece il olduğu için fazladan bir mv. alıyor. Bu da küçük nüfuslu illerin nüfuslarına oranla daha çok temsil edilmesine neden oluyor. Doğu ve güneydoğuda düşük nüfuslu çok sayıda il olduğu için, bu bölgede yüksek oy alan HDP, bölgenin nüfusuna göre daha yüksek bir oranda temsil edilebiliyor. Ama bu kendi başına durumu açıklayan bir faktör değil, çünkü MHP'nin güçlü olduğu Orta Anadolu'da da düşük nüfuslu birçok il var.<br />
<br />
İkinci ve daha önemli olan faktör, belli bir seçim bölgesindeki sandalyeleri, oylarla orantılı olarak dağıtırken kullandığımız d'Hondt yönteminin, her bir seçim bölgesinde oyu en fazla olan partilere avantaj sağlayan bir yöntem olması. Partilerin oyları aşağı yukarı dengeli ve birbirine yakın olduğunda bu avantaj ortaya çıkmıyor, ama bir parti oyların büyük kısmını aldığında daha belirgin oluyor.<br />
<br />
Ağrı güzel bir örnek. Dört mv. çıkarıyor, HDP'nin oy oranı %76,9, ikinci gelen AKP %16,6. D'Hondt sistemine göre dört milletvekilini de HDP çıkarıyor, çünkü AKP'nin bir mv. çıkarması için, HDP'nin dörtte birininden fazla oy alması lazım. Başka bir deyişle, d'Hondt sistemi, her %19 oy için bir sandalye hak ettiğinizi söylüyor, AKP %19'un altında kaldığı için sıfır çekiyor, HDP dört sandalyeyi de alıyor.<br />
<br />
Ama aslında %76,9 oy, oyların yaklaşık dörtte üçü demek. Oyların dörtte üçünü alıyorsanız, dört milletvekilinin de üçünü çıkarmanız beklenir. Daha doğrusu daha orantılı sonuç veren bir sistem kullanılsaydı öyle olurdu, AKP de oyların dörtte birini almadığı halde ona en çok yaklaşan parti olarak bir mv. çıkarırdı. D'Hondt sistemi, bunun gibi yerlerde, HDP'ye oy oranını aşan fazladan birer milletvekilliği kazandırıyor. MHP bu tarz bir avantajdan hiçbir yerde yararlanamıyor, çünkü Osmaniye dışında hiçbir yerde birinci parti değil.<br />
<br />
Bununla bağlantılı bir diğer faktör, HDP'nin oylarının MHP'ye göre çok daha dengesiz dağılmış olması. Dengesiz dağılım briçte olduğu gibi seçimlerde de avantaj.<br />
<br />
HDP'nin mv. çıkaramadığı yerlerde, oy oranı da genellikle çok düşük, çoğu yerde %5'in altında. Bu da boşa giden oyunun daha az olması anlamına geliyor. %10'un üstünde olduğu halde hiç mv. çıkaramadığı sadece bir il (Elazığ) var. MHP ise tam 18 ilde %10'un üzerinde, bunlardan yedisinde %20'nin üzerinde oy aldığı halde hiç mv. çıkaramamış. Bu da aldığı oyun kayda değer bir kısmının boşa gittiğini gösteriyor.<br />
<br />
Seçim sistemini ideale yaklaştırmak ve kimsenin kendini haksızlığa uğramış hissetmemesini sağlamak için, bu sorunu da çözmek gerek. Daha yüzde on barajı yerinde dururken sen neden bahsediyorsun diyebilirsiniz tabii. Olsun, biz yazalım, belki bir faydası olur.<br />
<br />
Nasıl çözeceğiz? Aslında meselelerden birinin çözümü diğer meseleyi daha beter hale getiriyor. İller ve seçim bölgeleri bu şekilde durdukça... Mesela, ilk problemi çözmek için her ile kafadan bir sandalye vermekten vazgeçip 550 sandalyeyi illerin nüfuslarıyla olabildiğince orantılı dağıtacak olursak, 10 ile sadece bir, 19 ile de sadece iki sandalye düşüyor. Bu da tabii bu illerde bir veya iki parti dışındakilerin oylarının boşa gideceği anlamına geliyor. Bir problemi çözmek isterken diğer problemi daha ciddi hale getiriyoruz.<br />
<br />
Bir çözüm, 1961, 1965 ve 1969 seçimlerinde uygulanan milli bakiye sistemi tarzı bir şey olabilir. Ama o da belli bir aday listesi için verilen oyun başka adayları seçmek için kullanılması gibi bir anormallik doğuran bir sistem. Bir de bağımsız adaylara karşı bir haksızlığa neden olduğu söylenebilir.<br />
<br />
Milletvekili sayısını arttırmak da bir çözüm olabilir, ama o da binlerce üyesi olan ve her toplantısı CHP kurultayı gibi geçen bir meclis anlamına gelir, oradan kolay kolay iş çıkmaz.<br />
<br />
En akılcı çözüm, seçim bölgelerini daha büyük, her biri birden çok ili kapsayabilir hale getirmek ya da küçük illeri birleştirip daha büyük iller oluşturmaktan geçiyor. Çok düşük nüfuslu iller olmadığında, sandalyeler iller arasında orantılı olarak ve her birine yeterince sandalye düşecek şekilde dağıtılabilir. Hem iller arasındaki adaletsizlik giderilir, hem de boşa giden oy oranı makul seviyelere çekilir.<br />
<br />
İronik bir şekilde, buna en yakın öneri, şimdiye kadar sadece, demokratik özerklik projesi çerçevesinde, yerel yönetimleri ilk seviyede 20-25 il olacak şekilde yeniden düzenlemeyi öneren HDP'den gelmişti.<br />
<br />
<i><b>Ek not</b></i>: Yukarıda anlatıldığı şekilde, nüfusları birbirine yakın, toplam 399 üyeli bir meclis oluşturmak üzere her biri 7-11 arası milletvekili çıkaran 45 seçim bölgesi üzerine bir <a href="http://www.afsinkum.com/p/bolge-il-ve-ilceler-nufus-mv-says-1.html">çalışma</a>.<br />
<div>
<br /></div>
Unknownnoreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3006154104473132628.post-23728136242720968002015-05-29T15:55:00.003+03:002017-11-16T00:12:21.857+03:00Biz Konuşuruz, Onlar YaparAKP'nin "<i>onlar konuşur, Ak Parti yapar</i>" sloganının çekici bir tarafı olduğu kesin. Aslında AKP'nin iktidarda, diğerlerinin muhalefette olmasından, yani herkese malum olan şeyden başka bir şey anlatmıyor içerik olarak. Bir şeyler yapmakla görevli olan iktidardaki partidir, doğal olarak. Muhalefete ise konuşmak düşer. Buna rağmen, sanki muhalefet, elinde <i>yapmak</i> için bir yetki veya olanak varmış da onu kullanmak yerine konuşmayı tercih ediyormuş gibi bir hava yaratmayı beceriyorlar.
<br />
<br />
Bir yandan da insan şunu düşünmüyor değil: Konuşmak neden bu kadar kötü bir şey olsun? Bir şeyler yapmayı düşünüyorsak, önce bir konuşsak daha iyi olmaz mı? Mesela birbirinden çirkin şehirlerimizi daha da betona boğmadan önce, Eski Dünya'nın merkezinde bulunan Taksim Meydanı'na beton dökmeden önce bir konuşsak fena olmazdı. Anadolu'nun bütün derelerini HES'lerle mahvetmeden, ülkemizin ormanlarını birer birer imha etmeden önce edeceğimiz iki çift laf olabilirdi. İki yıl önce bu topraklarda ortaya çıkan, bu yüzyılın belki de en heterojen, en ilerici ve en umut verici gençlik hareketine, biber gazı ve basınçlı suyla, ölçüsüzce ve görgüsüzce saldırmadan önce de bir oturup konuşabilirdik.
<br />
<br />
Ama sonuçta biz konuşuyoruz, biz dinliyoruz. Biz anlattıkça, bazılarının da duyduğunu, dinlediğini, belki bazı şeyleri tekrar değerlendirdiğini, bazı konulardaki yanlışları gördüklerini, belki biraz insafa geleceklerini umuyoruz. Ama her türlü akla, mantığa, sağduyuya kulaklarını tıkamışlar. Bunun yerini otoriteye kesin ve koşulsuz bir itaat almış, kendilerine her söyleneni yapıyorlar. Acı... Ama gerçek.Unknownnoreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3006154104473132628.post-41509028943793159382015-05-14T09:52:00.000+03:002015-06-02T10:35:51.101+03:00Siyaset Kübümüz<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEif_UuQZvhgSXKzcawVTTKgBeh3G6JuGs3r8-4L2OULA5XmMAiVvb2EoW_e2vW2Nzd6cH39bGHk3nFD6ZF0hexsUeg1TPAL_lyAICDHIGBAs7EvNKl_opTaWOR6KZxju-Qr89iIyKVuCn4/s1600/polspec.png" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEif_UuQZvhgSXKzcawVTTKgBeh3G6JuGs3r8-4L2OULA5XmMAiVvb2EoW_e2vW2Nzd6cH39bGHk3nFD6ZF0hexsUeg1TPAL_lyAICDHIGBAs7EvNKl_opTaWOR6KZxju-Qr89iIyKVuCn4/s320/polspec.png" width="320" /></a></div>
Siyasi görüş çeşitliliği çoğu zaman pratik nedenlerle, siyasi iktidar bir çoğunluk gerektirdiği ve bu da oyların en az yarısı demek olduğu için, bir ucuna sağ öbür ucuna sol denen tek boyutlu bir spektrum üzerine yerleştirilir. Biraz daha ayrıntılı analiz istendiğinde iki boyutlu bir grafik çizilebilir. Amerikalı siyasetçi David Nolan’ın yaptığı, bir ekseni ekonomik özgürlük, diğer ekseni bireysel özgürlük olan Nolan Diyagramı ünlüdür mesela. Benzer iki boyutlu grafikler, eksenlere farklı isimler verilerek çizilebiliyor. Ama Batı dünyası için en kullanışlı grafik, biri ekonomik (kapitalizm-sosyalizm), diğeri kültürel (tutucu-ilerici) iki eksenden oluşan grafik gibi görünüyor.
<br />
<br />
Bizde ise üç eksene ihtiyaç var, çünkü tutucu-ileri ekseni tek boyutta ifade edilemeyecek kadar karmaşık. Dolayısıyla siyasi görüş çeşitliliğimizi üç boyutla, yani bir küple ifade edebiliriz. Nolan Diyagramı’ndan esinle Kum Kübü diyebilirdim ama bunu ya da bir benzerini benden önce yapan olmadığına hiç emin değilim. Belki rübik küpten uyarlayarak çizen ilk kişi olabilirim.
Üç eksen şöyle:<br />
<b><br /></b>
<b>K-S ekseni:</b> Kapitalizm-sosyalizm ekseni. Batı dünyasında sağ-sol denince ilk akla gelen ayrım, bizde sadece yetmişli yıllarda öne çıktı. Aslında önemini hiçbir zaman kaybetmedi ama son yirmi yıldır diğer ayrımların gölgesinde kaldığı söylenebilir.<br />
<br />
<b>D-L ekseni:</b> Dinci-laik ekseni. Bizde, cumhuriyet tarihimiz boyunca sağ-sol denince kast edilen ayrım en çok bu olmuştur. Tabii dinci tanımını bu gruba dahil ettiğim kişilerin çoğu kabul etmeyebilir. Pratiklik adına biraz kolaycı bir tanımlama yaptım, din devleti kurulması taraftarı anlamında değil, dini öne çıkaran, onu siyasi görüşünün bir parçası yapan (ve Sünni Müslüman olan) herkesi kapsayacak şekilde kullanıyorum. Laik de laiklik taraftarından çok, değerler dünyasını tanımlamada Sünni Müslüman değerlere yer vermeyen ya da çok az yer veren anlamında, dolayısıyla Alevileri ve diğer din mensuplarını da kapsıyor.<br />
<b><br /></b>
<b>M-E ekseni:</b> Milliyetçi-enternasyonalist ekseni. Kürt sorununun seksenli yıllarda savaş haline dönüşmesiyle hayati öneme kavuşan bir ayrım. Batılı ülkelerde bu genelde diğer eksenlerden biriyle çakışıyor, ama bizde öyle değil. Enternasyonalist fazla teknik bir terim gibi görünebilir. Milliyetçinin karşıtı olarak yerleşmiş bir sözcük yok aslında, bazen “toplumcu” da bu anlamda kullanılabiliyor.
<br />
<br />
Kübün köşelerine yazdığım isimleri de güncel olarak siyaset veya medya dünyası içinde yer alan, o kesişimi karakteristik olarak yansıtan ve yeterince tanınmış kişiler olarak seçmeye çalıştım. Bazıları için kesişimi tanımlayan özelliklerden biri diğerlerinden daha öne çıkıyor olabilir, ya da belki o köşe için daha uygun örnekler bulunabilir. Benim belirlediğim kriterlere göre en uygunları bunlar gibi görünüyordu.<br />
<br />
Kübün köşeleri de şöyle oluyor:<br />
<br />
<b>K-L-E (Ahmet Altan) köşesi:</b> Klasik liberalizm köşesi de denebilir. Ülkemizde basın ve entellektüel camiada etkisi fazla ama seçmen nezdinde karşılığı az olan bir siyasi görüş. Bir dönem Cem Boyner’in öncülük ettiği Yeni Demokrasi Hareketi, belki sonra da İsmail Cem’in Yeni Türkiye Partisi tarafından temsil edildiği söylenebilir. Ahmet Altan, olası pek çok isimden biri, Cengiz Çandar ya da Hasan Cemal de uygun düşerdi.<br />
<b><br /></b>
<b>K-L-M (Yılmaz Özdil) köşesi:</b> Atatürk köşesi de diyebiliriz. Milliyetçi ve laik ama sosyal demokrasiye pek ilgi duymayan bir siyasi görüş… Deniz Baykal dönemi CHP’si aşağı yukarı bu çizgiyi temsil ediyordu. Şimdiki CHP’nin içinde de bayağı bir yeri var, daha karakteristik olarak Emine Ülker Tarhan’ın Anadolu Partisi tarafından temsil edildiği söylenebilir. Yılmaz Özdil, bu kesimin bir numaralı köşe yazısı kahramanı olarak uygun bir seçim gibi göründü bana. Mine Kırıkkanat da çok yanlış olmazdı.<br />
<b><br /></b>
<b>S-L-M (Doğu Perinçek) köşesi:</b> Doğu Perinçek’in liderlik ettiği siyasi hareket yakın zamanda hem kendilerine hem de ülkeye büyük bir iyilik yaparak Vatan Partisi adını aldı. Böylece hem bunun karşılığını oy oranında bir artış olarak görecekler, hem de gereksiz yere işçilerin kafasını karıştırmamış olacaklar. Yine de parti, kamulaştırmacı ve devletçi çizgisini sürdürüyor gibi görünüyor, dolayısıyla bu köşenin sahibi.<br />
<b><br /></b>
<b>S-L-E (Ertuğrul Kürkçü) köşesi:</b> Bugünkü siyaset sahnesinde en güçlü şekilde HDP ve onu destekleyen çok sayıda demokratik kitle örgütü ve yüzlerce ilerici aydın tarafından temsil ediliyor. İsim olarak partinin santrforu Selahattin Demirtaş da olabilirdi, ama kendini K-S ve D-L eksenlerinde biraz daha ortaya yakın konumlandırdığı söylenebilir. Ertuğrul Kürkçü bu köşenin daha karakteristik bir temsilcisi.<br />
<b><br /></b>
<b>S-D-E (İhsan Eliaçık) köşesi:</b> İhsan Eliaçık kendine temel olarak dini referans alan bir düşünce adamı olarak milliyetçiliğe ve vahşi kapitalizme aynı şiddette karşı çıkmasıyla tanınıyor. Bu görüş, Eliaçık’ın da bir dönem bağlantı içinde olduğu Antikapitalist Müslümanlar hareketi tarafından da temsil ediliyor. Yakın zamanda CHP’ye katılan Mehmet Bekaroğlu da bu çizgiye yakın.<br />
<b><br /></b>
<b>K-D-E (Dengir Mir Mehmet Fırat) köşesi:</b> Lord Dengir Mir Mehmet Fırat, bu seçimlerde HDP’den aday olsa da, AKP’nin kurucuları arasındaydı ve AKP’nin ilk zamanlarında daha yakın olduğu ve hâlâ Kürt seçmen nezdinde popülerliğini korumasını sağlayan milliyetçilik karşıtı politikalarının mimarlarından biri olduğu söylenebilir. AKP bu pozisyondan hemen hemen tümüyle vazgeçmiş olsa da Fırat çizgisini koruyor.<br />
<b><br /></b>
<b>K-D-M (Devlet Bahçeli) köşesi:</b> En karakteristik olarak ülkücüler tarafından temsil ediliyor, dolayısıyla hareketin lideri Devlet Bahçeli uygun seçim. Tayyip Erdoğan da olabilirdi, ama her şeye rağmen M-E ekseninde ortaya yakın sayılır. Oysa ülkücüler, dincilik konusunda AKP’den sadece bir adım gerideler. Aslında BBP herhalde bu köşeye en yakın parti. Saadet Partisi de kübün bu tarafında yer almalı tabii, ama K-S ve M-E eksenlerinde ortaya biraz daha yakın. Bu kesişim kübün sadece sekizde birini oluşturuyor, ama seçmenlerin yarıdan fazlası burada.<br />
<br />
Arkada kalan bir köşe var, <b>S-D-M</b> köşesi. Yani dinci ve milliyetçi olmakla birlikte sosyalist ekonomi yanlısı olanlar… Teorik olarak mümkün olsa da, bildiğim kadarıyla ülkemizde böyle bir siyasi çizgi yok. Herhalde hem dinci hem milliyetçi olunca, yoksulluk ve eşitsizliğe çözüm üretmek için akıl yürütecek alan kalmıyor.Unknownnoreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3006154104473132628.post-71620713924371425072015-05-09T09:50:00.000+03:002015-06-02T12:02:10.554+03:00Bir Tuhaf Seçim<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
</div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhYUxr7bpWk95buupNdizdwC5eFFaliJfe-GvHBtzhSllMjxqfcQxNx3TzSSxh2VhPo61e7dVNzZ-TbLiWvF2hSBUKQzamLXchzqirqCvWP18OUsxSKov3EVu6wJ7UkOEe7wLn3EKvhO5A/s1600/uk2015k.jpg" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhYUxr7bpWk95buupNdizdwC5eFFaliJfe-GvHBtzhSllMjxqfcQxNx3TzSSxh2VhPo61e7dVNzZ-TbLiWvF2hSBUKQzamLXchzqirqCvWP18OUsxSKov3EVu6wJ7UkOEe7wLn3EKvhO5A/s1600/uk2015k.jpg" /></a></div>
İngiltere seçimleri birkaç açıdan ilginç sonuç verdi. İlki, seçim anketlerinin tam anlamıyla “sıçmış” olması. Seçimden bir gün önce yayınlanan anketlerde bile mevcut koalisyonun büyük ortağı Muhafazakâr Parti’nin milletvekili sayısının 280’lere düşeceği ve diğer ortak Liberal Demokratlarla birlikte bile çoğunluğu (326) sağlayamayacağı, ülkeyi büyük olasılıkla en az üç partili bir koalisyonun beklediği öngörülüyordu. Sonuçta Muhafazakârlar çoğunluğu sağladılar, tek başına iktidara geldiler. Nasıl bu kadar büyük bir yanılgı olur, hararetle tartışılıyor.
<br />
<br />
Bir diğer ilginç nokta da Muhafazakâr Parti’nin tek parti iktidarına, oy oranını arttırmadan ulaşmış olması. Bir önceki seçimde %36,1 oyla 306 mv. kazanmışlar, şimdi %36,9 oyla (sadece %0,8 artış), 331 mv. ve tek başına iktidar (AKP’lilerin ağzını sulandırmış olmalı). Daha ilginci, İşçi Partisi oy oranını %1,5 arttırmasına rağmen mv. sayısı 26 azalmış. Genel olarak alınan oy oranlarıyla kazanılan mv. sayılarına baktığımızda, ikisinin iki ayrı seçime ait olduğunu sanabiliriz. %4,7 oy alan İskoç Ulusal Partisi’nin 56 sandalyesi var, %8 oy alan Liberal Demokratların 8 sandalyesi, %12,6 oy alan faşist UKIP’in sadece 1 sandalyesi…
<br />
<br />
Bu iki tuhaflığın da tek bir nedeni var: Seçim sistemi. İngiltere, seçimlerin icadından beri dar bölge çoğunluk sistemini kullanıyor. Zaman zaman Türkiye için de önerilen bir sistem… Ülke milletvekili sayısı kadar seçim bölgesine bölünüyor, her bölgeden en çok oyu alan bir kişi seçiliyor. Seçim anketleri aslında oy oranlarında çok fazla yanılmış görünmüyor, ama seçim sistemi nedeniyle büyük miktarda oy boşa gittiği için ve tabii ki seçim anketini 650 seçim bölgesinin tümünde ayrı ayrı yapma imkânı olmadığı için, bu oylarla nasıl bir meclis oluşacağını tahmin etmek için müneccim olmak lazım.
<br />
<br />
Bu seçimde Liberal Demokratlar büyük bir düşüş yaşamışlar, en çok da Muhafazakâr Parti’ye sandalye kaptırmışlar. Öte yandan Muhafazakâr Parti’den de başka partilere, özellikle de aşırı sağa kayan neredeyse aynı düzeyde oy var, ama bunların karşılığı sandalye olarak değer kazanmıyor. Çünkü UKIP, oylarını arttırmasına rağmen Muhafazakârların hâlâ altında kalıyor. Sadece en çok oyu alan kazandığı için, Muhafazakâr Parti durduk yerde tek başına iktidar oluyor. İşçi Partisi ise çoğu iktidar partilerinden olmak üzere yirmiden fazla yeni sandalye kazanmış. Ama geleneksel olarak hakim olduğu İskoçya’da, neredeyse tüm sandalyelerini İskoç Ulusal Partisi’ne kaptırmış. İskoçlar bağımsızlık referandumu öncesinde verilen sözlerin tutulmamasına kızdıkları için kitlesel olarak bağımsızlık yanlısı İskoç Ulusal Partisi’ne yönelmişler. İktidara kızdıkları için muhalefeti cezalandırmışlar yani.
<br />
<br />
Bunun üzerine, tahmin edilebileceği gibi, seçim sistemini tartışmaya açanlar var İngiliz kamuoyunda. Seçim sisteminin seçmen tercihlerini meclise yansıtmadığı ve İngiltere’nin de medeni Avrupa ülkeleri gibi nispi temsil yöntemine geçmesi gerektiği yazılıp çiziliyor.
<br />
<br />
Buna karşı olan hakim görüş ise, bizim ülkemizde pek rastlamadığımız bir fikri öne çıkarıyor: Seçim sisteminde değişiklik yapmak demokrasiye güveni sarsar. Guardian gazetesinin seçim sonuçlarıyla ilgili makalesinde, oy oranlarıya mv. sayıları arasındaki alakasızlığa ve buna neden olan çoğunluk sistemine kısaca değiniliyor ama fazla da üzerinde durulmuyor. Aynı sistemin daha önce sola avantaj sağladığı da olmuştu, şimdi de sağa avantaj sağladı, problem yok, diye geçiştirmişler. İşçi Partisi lideri bile, oylarını arttırmasına rağmen mv. sayısının bu kadar düşmüş olmasına isyan etmiyor, seçim sistemine atıp tutmuyor, başarısızlığı kabullenip istifa ediyor.
<br />
<br />
Anglosakson kafası bu şekilde çalışıyor demek. “Oyun başladıktan sonra kurallar değişmez” mantığı da diyebiliriz. Oyun üç yüz küsur yıl önce başlamış ve Birleşik Krallık yıkılıp İngiltere Halk Cumhuriyeti kurulmadığı sürece de bu oyun bitip yenisi başlamış sayılmayacak. ABD’de de kurulduğundan beri aynı seçim sistemi var. Adaletli olması o kadar önemli değil, önemli olan bu devletin istediğimiz şekilde çalışmasını sağlıyor mu, sağlamıyor mu? Yazılımcıların gayet iyi bildiği “çalışıyorsa dokunmayacaksın” ilkesine benziyor.
<br />
<br />
Bu, bütün gelişmiş ülkelerin paylaştığı bir anlayış değil. Mesela beşinci cumhuriyetinin keyfini süren Fransa’da sistemi değiştirmek neredeyse ülkenin milli sporu olmuş. Almanya’da meclisin yarısının çoğunluk sistemiyle yarısının nispi temsille seçildiği bir sisteme yakın dönemde geçilmiş. Seçim sisteminden kaynaklanan temsil sorunları görüldüğünde bunları değiştirmek Kıta Avrupa’sında normal görülüyor.
<br />
<br />
Hangisinin doğru olduğu konusunda kesin bir sonuca varılamaz belki. Ben, şahsen, “kurallar böyle, yersen” diyen Anglosakson anlayışından ziyade, karmaşık da olsa ideal sisteme varmak için sürekli reform arayan Avrupa anlayışına daha yakınım. Öte yandan sistemi değiştirmenin demokrasiye olan güveni sarsacağı düşüncesinde ilginç bir taraf var. Tabii öncelikle başlangıçta demokrasiye bir güven olduğunu varsayıyor ki bizim için geçerli bir durum değil. Bir diğer özelliği de, sistemi değiştirmenin, bunun daha adaletli ve daha halk yararına bir sistem yaratmak için değil, belli bir partinin yararına olacak şekilde yapılması gibi bir olasılığı dikkate alması. Bunun bizim için geçerli olmadığını söyleyemeyeceğim, tam tersi, eğer seçim sisteminde bir değişiklik yapılıyorsa, bunun iktidardaki partinin yararına olması bizde neredeyse kural gibidir.
<br />
<br />
Görünen o ki, çoğunluk sisteminde ısrar edilmesinin nedeni, sistemin kendisindeki özelliklerden ziyade, çok basit olması ve eskiden beri değişmeden gelmiş olması. Bir şey eskidikçe onu değiştirmek zorlaşıyor. Aynı şey, işler, evler, hatta evlilikler için de geçerli. Eğer var olan bir şekilde işliyorsa, onu değiştirmenin riskine girmek istemiyorsunuz. İngilizler de, bazen döver, bazen sever, ama yine de bizim seçim sistemimizdir diyorlar herhalde. Sonu gelmez sistem tartışmalarına girmektense, kusurları olsa da şimdiye kadar işlemiş olan sistemlerine dört elle sarılıyorlar.
<br />
<br />
Kıta Avrupası ise, belli ki demokrasiye güven meselesini başka şekilde anlıyor. Bu sisteme demokrasi denmesinin elle tutulur tek dayanağı seçimlerdir. Demos’un, yani halkın, yönetime doğrudan etki edebildiği tek mekanizma… Eğer demokrasiye inancınız varsa, seçim sistemini kendi yararınıza olacak şekilde eğip bükmenin yollarını aramazsınız. Bu temel siyasi ahlak anlayışına sahip olmayan siyasetçinin siyaset mekanizmaları içinde barınmasına izin vermezsiniz. Bu ihtimali elerseniz, daha adil ve etkili seçim sistemlerini denemek için önünüzde engel kalmaz.
<br />
<br />
Bizim ise ne kadim bir seçim sistemimiz, ne de siyasi ahlakına güvenebileceğimiz siyasetçilerimiz var. O yüzden aynı pislik çukuru içinde debelenip duruyoruz.Unknownnoreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3006154104473132628.post-20029841659851620172015-01-26T20:44:00.002+02:002015-06-02T10:25:37.088+03:00Sıraya Dizdin Bizi Zaman<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjqWWF6ZRo05BgWY0D0vHfPaXk_vN3sr2t9POWyorqTJWrYa13KcZ7BzEpNC2t-Yaq0NFarCEeNebnq6jawECBeptdIduOWUNmdotol0JBVUa9emWUHtSdAcE7S4f4t-7XYQYVpsxpPV-A/s1600/tavuk_suyu.jpg" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" height="240" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjqWWF6ZRo05BgWY0D0vHfPaXk_vN3sr2t9POWyorqTJWrYa13KcZ7BzEpNC2t-Yaq0NFarCEeNebnq6jawECBeptdIduOWUNmdotol0JBVUa9emWUHtSdAcE7S4f4t-7XYQYVpsxpPV-A/s1600/tavuk_suyu.jpg" width="320" /></a></div>
Stephen Hawking’in popüler bilim klasiği “Zamanın Kısa Tarihi”ni yirmi beş yıl gecikmeli olarak okumaktayım şu sıralar. Hawking’in eklemeleri ve Barış Gönülşen’in yeni çevirisi ile tekrar basılmış. Çevirmenin genel olarak iyi bir iş çıkardığını söyleyebilirim. Yalnız, neresinden bakarsam bakayım bir anlamı varmış gibi görünmeyen bazı cümleler de var kitapta. Tabii konu teorik fizik olunca emin olamıyorum, ben de anlamamış olabilirim. Ama bir ihtimal, bazı yerleri Barış da anlamamış olabilir diye düşündüm doğrusu. Olsun, zaten kitabın tamamını anlamayı beklemiyordum. Özellikle kafama takılan bir iki cümleyi not ettim, bir yerlerde karşılaşırsak Orhan Pamuk’a sormayı düşünüyorum (takdir edersiniz ki Stephen Hawking’in kendisine ulaşmak çok daha zor olacaktır).<br />
<br />
Kitabın tamamını anlamayı beklemiyordum dediğim gibi, ama tam aklıma yatmadığı için içime dert olan bazı meselelerde yeni bir bakış açısı vermesini de umuyordum. Bir tanesi de zamanın başlangıcı meselesi. Zaman büyük patlama ile başladıysa büyük patlamadan önce ne vardı diye sorası gelir insanın. Bunun klasik cevabı, büyük patlamadan önce diye bir şey olamaz, çünkü büyük patlamadan önce zaman yoktu, zaman olmadığına göre “önce” diye bir şey de yoktu. Buna cevaben aklıma ilk gelen cümle de “nassı yani” oluyor. Zamanın olmaması ne demek? Zaman olmayabilen bir şey mi?<br />
<br />
Hawking bu soruya net anlaşılır bir cevap veriyor, herkesi tatmin etmeyebilir ama beni tatmin etti. Büyük patlamanın bir öncesinin olmasıyla olmaması arasında bir fark yoktur çünkü “<i>… bu zamandan daha önce gerçekleşen olaylar varsa da, bunlar bugün olanları etkileyebilecek durumda değiller, varlıkları göz ardı edilebilir, çünkü bunun gözleyebileceğimiz sonuçları olmaz.</i>” Büyük patlama anı, evrendeki tüm varlığın sıfır boyutlu tek bir noktada toplanmış olduğu mutlak bir tekillik anıdır. O varlığa ait, var olması dışında hiçbir bilginin olmadığı bir andır. Bunun öncesinde var olup sonrasına aktarılabilecek herhangi bir bilgi olamaz. Dolayısıyla “büyük patlamadan önce ne vardı” sorusu, gramer açısından doğrudur ama herhangi bir anlam ifade etmez, çünkü bunun cevabının herhangi bir önem arz edeceği bir varlık var olmamıştır. Tuhaf bir düşünce şekli, ama fizikçilerin kafası böyle çalışıyor.<br />
<br />
Tabii bu, ilgilisi için teolojik soruları da kışkırtan bir mevzu. Hawking de yeri geldikçe Tanrı ve yaratılış konularına tatlı tatlı değiniyor. Eğer Tanrı her şeyi yarattıysa, zamanı da yaratmış olmalı. Bu da zaman yokken Tanrı var demektir, ama biz zamanın olmamasına ancak mutlak bir hiçlikten başladığında anlam verebiliyorduk. Yani zamanın var olmasından önce var olan ve sonrasını etkileyen bir şey varsa, bunun zamanın var olmasından önce olmasının bir önemi olur. Dolayısıyla eğer “önce” varsa, zaman da var demektir. Oysa zamanın var olmadığı durumdan bahsediyorduk. Paradoksa düşüyoruz. Çözmek için şunu kabul etmek zorundayız: Bir Tanrı varsa, zamanın olmadığı bir durumda var olamaz. Eğer Tanrı hep varsa zaman da hep olmalı. Sanki büyük patlama teorisi, Tanrı’nın başlangıçsızlığı ilkesiyle çelişiyor gibi. Ama Tanrı’nın, büyük patlamadan önce varsa dahi, yapacağı pek bir şey yok, eninde sonunda “vur patlasın” demekten başka. Yani Tanrı olarak ilk etkinliğini gerçekleştirdiği anda zaman da başlamış oluyor, dolayısıyla bu çelişkinin de pek bir önemi kalmıyor.<br />
<br />
Zamanı anlamak bir problem, tanımlamak da ayrı bir problem. Özellikle döngüsel olmayan bir tanım yapmak, yani tanımlarken kullandığımız sözcüklerden hiçbirini tanımlamak için zaman kavramını kullanmak zorunda kalmayacağımız bir tanım yapmak neredeyse imkânsız gibi. Bu yüzden, yeni bir sözlük gördüğümde, ciddiyeti ve kalitesi hakkında fikir sahibi olmak için “zaman” maddesine bakmak gibi bir alışkanlığım vardır. Aşağı yukarı diğer her şey zaman kavramı kullanılarak tanımlandığına göre, zaman nasıl tanımlanmıştır acaba? Bazıları özensizdir, mesela evdeki bir İngilizce sözlükte “zaman; saat, dakika ve saniye cinsinden ölçtüğümüz şeydir” diyor. Saat, dakika ve saniye nasıl tanımlanıyor olabilir dersiniz? Tabii ki birer zaman birimi olarak. Döngüsel tanımlama dediğim bu. TDK sözlüğünde de “bir işin, bir oluşun içinde geçtiği, geçeceği veya geçmekte olduğu süre” diyor. Süre ise “bir olayın başı ve sonu arasında geçen zaman parçası” diye tanımlanıyor. Yani “zaman” ve “süre” sözcüklerinin ikisinin de anlamını bilmiyorsanız, bu sözlükten öğrenemezsiniz.<br />
<br />
Bu konudaki en kaydadeğer çabayı Pars Tuğlacı’nın görkemli eseri Okyanus Ansiklopedik Sözlük’te gördüm (Türkçe’nin en değerli sözlüklerinin Ermeni yazarların elinden çıkması da ilginçtir). Şöyle diyor: “Olayların ardışıklığını görerek aklımızda yarattığımız ve olayların bundan sonra da içinde olup gideceklerini düşündüğümüz, başı ve sonu olmayan soyut kavram.”<br />
<br />
İlginç! Zaman kavramı, daha doğrudan algıladığımız ardışıklığa göre tanımlanıyor. Yani biz öncelikli olarak ardışıklığı, yani olayların birbirinden önce veya sonra olmasını algılarız. Zaman da tüm olayları birbirine göre öncelik-sonralık ilişkisi içine sokabileceğimiz bir eksen işlevi görür. Zaman bizi sıraya dizer başka bir deyişle. Askerde bizi boy sırasına dizmeleri gibi mesela. Boy sırasına girin dendiğinde, boy sırası orada öyle boş duruyor ve biz gidip ona giriyoruz gibi bir durum yoktur. Boy sırası, bizim sıraya girmemizle oluşmaktadır, hiç kimse sıraya girmezse, sıra diye bir şey olmaz. Zaman da bir şeylerin bir şeylerden önce veya sonra olmasıyla oluşmaktadır. Olayların zaman içinde bir öncelik sırası olması da ancak başka olayların nedeni veya sonucu olabildiklerinde bir anlam ifade ediyor. Neden-sonuç ilişkilerinin olmadığı, yani hiçbir olayın bir başkasının nedeni veya sonucu olmadığı bir evrende, hangisinin önce hangisinin sonra olduğunun bir önemi olmazdı. Dolayısıyla olayları sıraya dizmeye de zaman gibi bir kavrama da ihtiyacımız olmazdı.<br />
<br />
Kitapta zamanın yönü ile ilgili de bir takım tartışmalar var. Bir bölüm, zamanın neden ileri doğru aktığı ve neden geleceği değil geçmişi hatırladığımız üzerine. Zamanın ileri doğru akması fikri, bana kebapçılarda sık sık karşı karşıya bırakıldığımız zorlu bir tercihi hatırlattı:<br />
<br />
– Önden bir çorba alır mıydınız?<br />
<br />
Alabilirdik, veya almazdık, alsak da az çorba alırdık, ama neden önden?<br />
<br />
Ön, hareket eden cisimler söz konusu olduğunda, hareket ettiği yönde olan anlamına gelir. Hareket etmeyen varlıklarda biraz daha karışık, ama bunlarda da bir tür kişileştirme yapılıyor gibi geliyor bana. Evin önü derken, evin asıl giriş kapısının olduğu, caddeye bakan tarafı kast ediyoruz. O tarafa ön diyor olmamız, insan yüzüyle bir özdeşlik kurmamızdan olabilir, evin ön tarafı bize bakan yüzüdür. Ağacın önü dediğimde, benim nerede bulunduğuma göre anlamı değişebilecek bir şey söylemiş oluyorum. Ağacın önü, ağaçla benim aramda kalan bölgedir, ağacın bana göre diğer tarafı da arkasıdır. Ağacın bir yüzü olsa ve bana bakıyor olsa öyle olurdu çünkü. Bu sadece bir hipotez tabii, üzerinde düşünülebilir. Ama hareket eden cisimler söz konusu olduğunda, “ön” dediğimiz, tartışmasız, hareket ettiği yöndür. Hareket eden varlıklar öne doğru gider.<br />
<br />
Bu durumda, az çorba ne açıdan Adana kebabın önünde oluyor? Çünkü zaman ileri doğru akıyorsa, Adana kebap, çorbaya göre zamanın akış yönündedir, yani öndedir, çorba ise arkadadır. Bu durumda garsonun siz sandalyenize yerleşirken “arkadan bir çorba alır mısınız” diye sorması gerekmez mi? (Garsonsanız, yine de, tatsız yanlış anlaşılmalara meydan vermemek adına, geleneksel tabirlerden şaşmamanızı tavsiye ederim).<br />
<br />
“Önce” sözcüğü de “ön”den türemiştir. Üstelik bu Türkçe’ye özgü bir durum değil, başka dillerde de “önce” anlamına gelen sözcükler, “ön” anlamına gelen sözcüklerle benzeşiyorlar. Buradan aslında zamanın yönünü nasıl algıladığımız anlaşılıyor. Zaman ileri doğru akmaz, geriye doğru akar. Biz, zamanda ileri doğru gideriz. “Şimdi” dediğimiz an, zaman ekseninde ileri doğru gitmektedir. Eğer “şimdi”yi sabit kabul edersek, zaman da “şimdi”ye göre geriye doğru akıyor demektir. Yani zamanın bir akışı varsa, geriye doğrudur. O yüzden az çorba önde, Adana kebap arkadadır. Çünkü az çorba, hareket eden varlığın, yani zamanın, hareket ettiği yöndedir, yani geçmiştedir. Bizim geleceğe doğru gitmemiz, zamanın geçmişe doğru gitmesi demek oluyor. İnsanoğlu, zamanı ayrı bir kavram olarak tanımlarken, akış yönü konusunda da genel bir yanılgıya düşmüş gibi görünüyor. Stephen Hawking de kitabında, pek çok kez, zamanın ileri doğru aktığından bahsediyor. Bu itiraz karşısında ne derdi acaba? İtiraz fiziksel olmaktan ziyade dilbilimsel olduğu için pek ilgisini çekmeyebilir. Ya da “abi olay zaten karışık, bir de sen bulandırma” diyebilir. Tabii büyük bir olasılıkla kendisine sorma şansı bulamayacağım, ama bir yerlerde karşılaşırsak Orhan Pamuk’a sorabilirim belki.Unknownnoreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3006154104473132628.post-48652982949054845602015-01-10T10:33:00.000+02:002015-05-21T10:33:36.554+03:00CharlieCharlie Hebdo katliamı, 11 Eylül’den çok 2 Temmuz’a benziyor. Fransa’da Sivas katliamı daha bilinir olsaydı, Fransa’nın 2 Temmuz’u diyebilirlerdi. Bunu demekle, 11 Eylül’e göre daha hafif olduğunu söylemiyorum. Tersine, bence bu olay, tüm yüzyılı etkileyecek daha derin bir kırılmanın başlangıcı olabilir. Bunun etkilerini, 11 Eylül’de olduğu gibi, hemen arkasından başlayan savaşlar, işgal edilen ülkeler şeklinde görmeyeceğiz belki. Ama bu, Avrupa’nın güzel düşünülmüş barış ve hoşgörü temelli özel bir projesinin, çokkültürlülüğün sonunun başlangıcı olacak.
<br />
<br />
Bana bu düşünce konusunda ışık tutan şey, Saadet Partisi Genel Başkan Yardımcısı Birol Aydın’ın sözleri oldu. Aynı minvalde şeyler söyleyen çok sayıda insandan biri… Saldırıyı, elinde herhangi bir belge veya kanıt olduğuna dair bir intiba verme zahmetine dahi girmeden, yeni emperyalist girişimlere zemin hazırlama amacındaki Fransız (derin) devletinin düzenlediğini iddia ettikten sonra, aynı gün Yemen’de de 35 kişinin öldürüldüğünü ama Fransa’da öldürülen 12 kişinin nedense daha büyük yaygara kopardığını söylüyor.
<br />
<br />
Üzerinde düşünmeye değer. 12 kişinin ölümü mü daha kötüdür, 35 kişinin ölümü mü? Bütün insanları eşit kabul ettiğimize göre ve 35 > 12 olduğuna göre 35 kişinin ölümü daha kötü olmalı. Yoksa bütün insanları eşit kabul etmiyor muyuz? Yoksa bir Fransızın hayatı bir Yemenlininkinden daha mı değerli?
<br />
<br />
Buna başka bir soruyla cevap verebiliriz. Hint Okyanusu’ndaki tsunamide 200 bin kişinin ölmesi mi daha kötüdür, yoksa kedinizin ölmesi mi? Bu olayın Fransa halkı üzerindeki etkisini anlamak için yol gösterebilir. Bir ölümden, ölen kişinin sizin hayatınızda kapladığı yer ölçüsünde acı duyarsınız. Charlie Hebdo’yu basan iki şerefsiz, 12 kişiyi değil, bir halkın çocukluk anılarını, üniversite kantinlerindeki kahkahalarını, sohbet konularını, fıkralarını, hikayelerini katlettiler. Fransa halkının algısında, bu, bazı insanların bedenlerine değil, bütün bir halkın ruhuna kurşun sıkılmasıdır.
<br />
<br />
Asıl kırılma ise, Birol Aydın ve benzerlerinin bakış açılarından kaynaklanıyor. Bizim ülkemizde son derece yaygın, muhtemelen diğer müslüman ülkelerde de durum farklı değildir. Açıkça sevinenler, alkış tutanlar bir yana, saldırıyı kınayanlarda dahi bir küçümseme hali yaygın. Hiçbir empati çabası göze çarpmıyor. “Gerçek İslam bu değil” lafının, saldırının acısını yüreğinde duyanlarda hiçbir karşılığının olmadığının farkında değiller. Fransızlar, emin olun, şu sıralar gerçek İslam’ın ne olduğunu hiç merak etmiyor. Gerçek İslam’la gerçek olmayan arasında ayrım yapma çabası, bazı müslümanların, bu saldırının müslümanlara yaşattığı utancı reddedip üste çıkma çabasından başka bir şey değil. Dünya müslümanlarına düşen, ismen de olsa sizinle aynı dine mensup bu caniler adına özür dilemek ve susmaktır. Daha fazlası değil. Ama dünya müslümanları bunu yapmıyorlar. Onun yerine, canilerin mesajını doğrudan ya da dolaylı olarak sahipleniyorlar.
<br />
<br />
Bunun karşısında İslamofobinin ve aşırı sağın yükselişe geçeceği muhtemelen doğrudur. Ama asıl endişe etmemiz gereken şey o değil. Bununla birlikte, en sağdan en sola kadar tüm siyasal görüşler ve oluşumlar pozisyonlarını yeniden tanımlamak gereği duyacaklar. Charlie Hebdo, Avrupa’nın özgürlükçü sol düşüncesinin bir yüzüydü, aşırı sağın değil. Saldırıya uğrayanlar, düne kadar, müslüman ülkelerden gelenler de dahil olmak üzere göçmenlerin, yoksulların, ezilenlerin hakları için mücadele eden, onları kucaklayacak bir çokkültürlülük projesi için kafa yoranlardı. Batı kültürünün içindeki ırkçılıkla, sömürgeci zihniyetle mücadele edenlerdi. Ama İslam dünyasına öyle bir cehalet hakim ki, kimse bunun ayrımını yapabiliyor gibi gözükmüyor.
<br />
<br />
Bugünden sonra, Avrupa’da şimdiye kadar sadece aşırı sağdan duyduğumuz bazı şeyleri artık herkesten duyacağız. Artık sosyal demokratlar arasından da ülkelerinin müslümanlardan temizlenmesi gerektiğini söyleyenler çıkmaya başlayacak, belki başka sözcüklerle ama bu anlama gelecek şekilde. Dinsel özgürlüğün anlamı değişecek, inanç özgürlüğü artık o inancın yarattığı potansiyel tehditten bağımsız görülmemeye başlanacak. Dün ırkçılığın türevi olarak kabul edilen bazı kavramlar bu kapsamdan çıkarılacak. Mesela İslamofobi, kelime anlamıyla “İslam korkusu” artık bir ırkçılık türü değil, insanın doğal bir dürtüsü kabul edilmeye başlanacak. Sonuçta ırkçılığın tanımını da Batılılar yapmıştı, biz onların yaptığı tanımları kullanıyoruz. Onlar tanımı değiştirdiğinde biz de yeni tanımına ırkçılık demeye başlarız.
<br />
<br />
Peki, bu saldırı, gerçekten de, bütün bu etkiler hesap edilerek, emperyalist hedefleri olan gizli güçler tarafından, müslümanların üzerine yıkılmak için organize edilmiş olabilir mi? İşin doğrusu, bunun pek bir önemi yok. Önemli olan, müslümanların bu vahşet karşısında saldırıya uğrayanlarla bir gönül birliği içine girmeye ne kadar istekli oldukları. Şimdiye kadar pek istekli gibi görünmüyorlar.Unknownnoreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3006154104473132628.post-27905204693870167642014-12-28T10:34:00.000+02:002015-05-28T22:32:13.385+03:00Size Çıkar Mı?<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh7dniS29JlNY-R0HbDmQEttxFvMeB28-zrcHIuCk_E5Sh5e1bJMLYjc41GcvSi7pGF-CmcIKk3JuNMKy99cUXU5NOaGl_JSgRTFsxhXwVYTAuTaRiFovylu625ISxR9hII-TdX13FInyw/s1600/millipiyango.jpg" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh7dniS29JlNY-R0HbDmQEttxFvMeB28-zrcHIuCk_E5Sh5e1bJMLYjc41GcvSi7pGF-CmcIKk3JuNMKy99cUXU5NOaGl_JSgRTFsxhXwVYTAuTaRiFovylu625ISxR9hII-TdX13FInyw/s1600/millipiyango.jpg" /></a></div>
Çıkmaz. Eğer soru “size çıkabilir mi” diye sorulmuş olsaydı, semantik zorunluluk gereği “çıkabilir” demek zorunda kalırdım, ama sizi boş ümitlere sürüklememek için de eklemek isterdim: “… ama çıkmaz.”
<br />
<br />
Bu ikisi arasındaki fark, birinde, ne kadar az olursa olsun, sıfırdan farklı bir olasılık olup olmadığı sorulurken, diğerinin bunun gerçekçi bir olasılık olup olmadığı sorusu olmasıdır. Geniş zaman kipinin pek çok yan işlevinden biri… “Size çıkabilir” dediğinizde, elbette, birilerine çıktığına göre, bu siz de olabilirsiniz, dolayısıyla bu olasılık vardır (sıfır değildir) demektir. Ama bu olasılık o kadar küçüktür ki, her türlü pratik uygulama açısından yok kabul edilebilir. Bu, mühendislikte “ihmal edilebilir” denen bir kavrama karşılık geliyor. Sıfıra çok yakın değerleri ve olasılıkları, hesapları yok yere karıştırmaması için ihmal edersiniz (yani sıfır kabul edersiniz), kafanız rahat eder. On milyonda bir olasılık da, nereden bakarsanız bakın, ihmal edilebilecek kadar küçüktür. Yani size çıkmaz.
<br />
<br />
Milli Piyango’nun tarihi reklam sloganı olan “size de çıkabilir” önermesi, olasılık algısını çarpıtma işlevi görüyor. Yani olasılığın küçüklüğünü (ihmal edilebilir olmasını) göz ardı edip, var olup olmamasını öne çıkarıyor. Eğer bunu yiyorsanız, yani tek istediğiniz sıfır olmayan bir olasılıksa, size müjdeli haberi verebilirim: Bunun için elli lira bayılıp bilet almak zorunda değilsiniz. Bilet almasanız da size de çıkabilir. Nasıl olacak? Mesela, büyük ikramiye çıkan ya da çıkacak olan bileti yerde bulabilirsiniz. Aman canım, bunun olasığı nedir ki, diyecek olursanız, doğrusu sizi yadırgarım. Çünkü siz olasılığın büyüklüğüyle değil var olup olmamasıyla ilgileniyorsunuz. Ama yine de, sizin için bu olasılığı kabaca hesaplamaya çalışayım.
<br />
<br />
Pek çok insan, hayatında en az bir kere değerli bir kağıdı (kağıt para, çek, senet, hazine bonosu ya da piyango bileti) düşürmüştür ya da kaybetmiştir. Bunu hiç yaşamamış olabilirsiniz ya da birden çok kez başınıza gelmiş olabilir. Ortalama herkesin bir kere bunu yaşayacağını varsayabiliriz. Dolayısıyla milli piyango bileti alacak yaklaşık 10 milyon kişi, hayatlarında ortalama bir kere değerli bir kağıtlarını kaybedecektir. Bunların, ceplerinde değerli kağıtlarla dolaştıkları yaşam dilimini ortalama elli yıl kabul edersek, bunlardan 200 bini bu yıl içinde değerli bir kağıdını kaybedecek demektir. Bunların da yaklaşık on bini, bu işi yılbaşı çekilişinin öncesinde veya sonrasındaki 15-20 günlük zaman dilimde yapacak. Kaybettikleri şeyin, herhangi bir kağıt para değil piyango bileti olma olasılığını da kabaca beşte bir kabul edelim. Belki bu süre içinde elinden beşten fazla değerli kağıt geçecektir, ama biletiyle, numaralarına bakarak hayal kurmak için, ya da ödül kazananlar listesinde aramak için falan daha çok meşgul olacağı için biletin kaybolma olasılığı herhangi bir kağıt paraya göre biraz daha fazladır. Yani yılbaşı çekilişine ait 2000 bilet, satın alındıktan sonra kaybedilecektir, diyebiliriz. Bu biletlerden birini bulma olasılığı olan insan sayısını da 20 milyon kabul edelim, nüfüsun dışarıda dolaşan kısmı olarak. Siz de dışarıda dolaşan biriyseniz, on binde bir olasılıkla yerde bir milli piyango bileti bulacaksınız. Bu bilete de on milyonda bir olasılıkla büyük ikramiye çıkacaktır. Yani yüz milyarda bir olasılıkla, bu yılbaşı civarı, büyük ikramiye çıkmış ya da çıkacak olan bileti yerde bulacaksınız.
<br />
<br />
Gördüğünüz gibi bu olasılık vardır, sıfır değildir. Üstelik bilet satın alarak bu olasılığı sadece % 0,000009999 arttırıyorsunuz. Sadece bu kadarcık bir fark yaratmak için, muhtemelen sonunda bir dalkavuk-bakan-ahbabı-yalaka-müteahhite hediyeli-iltimaslı ihaleyle verilecek elli liranızı harcamaya değer mi?
<br />
<br />
Bence değmez. Bırakın alınterinizle kazandığınız (ya da kiracınızın alınteriyle kazanıp size uçlandığı) elli liranız cebinizde kalsın. Yalnız, bu aralar yolda yürürken yerlere biraz daha dikkatli bakın. Belli olmaz, size de çıkabilir.Unknownnoreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3006154104473132628.post-90822740241675651432014-08-16T11:26:00.000+03:002017-12-05T12:37:30.693+03:00Her ŞeyÇiçeği burnunda Ateizm Derneği, Nihat Hatipoğlu’nu mahkemeye vermeye hazırlanıyormuş, ateistlerin en büyük babasının Şeytan olduğuna dair sözleri nedeniyle. Söz konusu konuşmayı dinledim. Bence davalık bir durum yok. Bunlar çok tehlikeli sözler ve dışarıdan bakınca nefret söylemi gibi duruyor, orası doğru. Ama konuşmayı dinleyince Hatipoğlu’nun bu sözleri öfke ve nefretle değil adeta şefkatle söylüyor olduğunu görüyorsunuz. Sizi hor görmüyoruz, sizi ciddiye alıyoruz, iyi insanlarsınız, diyor. O da iyi bir insan belli ki. Ateistlere karşı nefreti körüklemek gibi bir kastı yok. Ama her nasılsa, Allah’a inanmayanların, aynı kitabın daha silik bir karakteri olan Şeytan’ın varlığına inanabileceği gibi bir fikre kapılmış. Burada ciddi bir sorunumuz var, ama nefret sorunundan çok, idrak sorunu gibi görünüyor.
<br />
<br />
Aynı konuşmadaki başka bir söz ayrıca dikkatimi çekti, o bizi bir yere götürebilir belki. Her şey Allah’ın varlığının delilidir, diyor. Her şey… Bu söze karşı şu sorunun sorulması doğaldır: Bu her şeyden bazıları, şimdi olduğundan farklı olarak, nasıl olsaydı, Allah’ın varlığının delili sayılamazlardı? Bu soru bir anlam ifade ediyor mu, bilmiyorum. Bir örnekle renklendirelim. Bir keresinde, dini içerikli bir konuşmada, şöyle bir şey duymuştum: Milyarlarca kar tanesi var ve her biri birbirinden farklı. Bu bile tek başına onları yaratan bir Tanrı olduğunun kanıtıdır. Peki, acaba bütün kar taneleri birbirinin aynısı olsaydı ne olacaktı? Hiç şüphe yok ki yine Tanrı’nın varlığının kanıtı olacaklardı.
<br />
<br />
Sayın Hatipoğlu’ndan bu sözü açıklamasını istesek şöyle diyeceğini tahmin ediyorum: Şu ağaçlara, kuşlara, böceklere, gezegenlere, yıldızlara bakın. Bütün bunlar kendi kendine oluşmuş olabilir mi? Olamaz. Demek ki bütün bunları yaratan, her şeye kadir, her şeyi bilen büyük bir güç vardır. Tamam da giriş bölümünden doğrudan sonuca atlamış olmuyor muyuz? Bunun bir de gelişme bölümü olmalıydı, bir mantık zinciri, bir neden-sonuç ilişkileri silsilesi… İnancını kendine bu şekilde doğrulayan kişiler, burada gelişme bölümünün eksik olduğunu göremiyorlar. Çünkü Allah’ın varlığının kanıtı olarak gördükleri şey, kendi inançlarından başka bir şey değil. Allah vardır, çünkü olmaması düşünülemez. Neden düşünülemez? Çünkü vardır. Burada bir döngüye giriyoruz.
<br />
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiJSQulOL4OAjUU6dLdcouZazisZfYnHLaTQ80oOsfFlQvpyFEFRP8fQejYMS_oEKHCnVSQEXFwUFuPRVhn5db8AUh2lyVEDwyWd2KmWU0SgE3AHwYslH4QMNBNQC6IRIExl4mTkWuwD9M/s1600/IMG_3240s.jpg" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiJSQulOL4OAjUU6dLdcouZazisZfYnHLaTQ80oOsfFlQvpyFEFRP8fQejYMS_oEKHCnVSQEXFwUFuPRVhn5db8AUh2lyVEDwyWd2KmWU0SgE3AHwYslH4QMNBNQC6IRIExl4mTkWuwD9M/s1600/IMG_3240s.jpg" /></a></div>
Yanda resmi olan kitabı geçen yıl sahaflar festivalinde görmüştüm. İçeriğini az çok tahmin etsem de başlık o kadar çekiciydi ki almadan edemedim. Giriş bölümünden aşağıdaki paragrafı aktarmak istiyorum:
<br />
<br />
“Allah’ı isbat edebilecek bir yol varsa, o da Kelâm ilmidir. Zira ilmi Kelâm, ilmin ve felsefenin bir neticeye bağlıyamadığı Allah ve Ruh gibi meselelerle meşgul olur. Filozoflar gibi aklî melekelere değil, İslamî esaslara uymak mecburiyetindedir. Çünkü aklın durduğu yerde felsefe de durur, dini bilgiler başlar. Aklımızın ermediği mevzuları bize din öğretir.”
<br />
<br />
Yani, Allah’ın varlığını ispatlamak için başvuracağımız kaynak, Allah’ın varlığına inanç üzerine kurulmuş İslam dininin esaslarıdır. Kendisi de bir tıp doktoru, yani bir bilim insanı olan Halim Bilsel, başka herhangi bir konuda bir öğrencisi böyle bir ispatla karşısına çıksaydı, ispatlamaya çalıştığı şeyi veri olarak kabul ettiği için bu ispatın geçersiz olduğunu söylerdi. Ama söz konusu olan Allah inancı olunca mantık ekseni kaymış. Kitap, adından da anlaşılacağı gibi, tümüyle Allah’ın varlığını kanıtlamak için yazılmış ve yazar kitap boyunca tekrar tekrar kendi inancını kanıt olarak sunuyor.
<br />
<br />
Allah’a inanan bir kişi için Allah’ın varlığının kesin bir gerçek olmasında yadırganacak bir şey yok. Zaten inancın anlamı budur. Ama herkes, kendisinin bir şeye inanıyor olmasının, o şeyin gerçek olduğunun kanıtı sayılamayacağının farkına varmalıdır. Çünkü kanıt dediğimiz şey nesnel olmalıdır, kişisel bir inanç kanıt olamaz. Kişi, bunu anlamadığı sürece, kendi inancını paylaşmayan kişilerin de var olabileceğini ve onların inancının veya inançsızlığının da aynı derecede saygıdeğer olduğunu kabul etmesi de mümkün olmayacak. Nihat Hatipoğlu’nun pozisyonunun bu olduğunu aynı konuşmadan anlıyoruz. Ateistlerin aslında ateist olmadığını, içten içe hepsinin Allah’ın var olduğunu bildiğini söylüyor. Dr. Halim Bilsel de aynı kafada, ateistlerin de Allah’ın varlığını hissettikleri ama Allah’ın nasıl bir şey olduğunu tasavvur edemedikleri için inkâr yoluna saptıkları gibi bir iddia da var kitabının bir yerinde.
<br />
<br />
Kendi inancını kanıt olarak görmekle, ateistlerin var olduğunu ve gerçekten ateist olduğunu idrak edememek arasında net bir bağlantı var bana göre. İnanç ile kimsenin inkâr edemeyeceği bariz gerçek arasındaki ayrımı kaybetmekle ilgili bir durum. Siz, kendi değerler dünyanızda bunları aynı değerde kabul ediyor olabilirsiniz, ama buna inanç demeye devam ettiğinize göre, başka birisi için öyle olmayabileceğini de kavrayabiliyor olmanız gerekir.
<br />
<br />
Dr. Halim Bilsel kitabında Allah’ın varlığının kanıtlarını maddeler halinde sıralıyor. O maddelerden birisi de şöyle:
<br />
<br />
“Hazreti Âdem’den beri dünya yüzüne ne kadar peygamber gelmiş ise hepsi de eshabına ve etbaına Allah’ın varlığını ve birliğini söylemişler. Peygamberlerin sözlerine hiç şüphe etmeden inanmak lâzımdır. Çünkü onlar, Allah’ın emrine uymaya mecburdurlar, yalan söyliyemezler.”
<br />
<br />
Anlatmaya çalıştığım mantık hatasının mükemmel bir örneği… Eğer bu size mantıklı ve geçerli bir kanıt gibi görünüyorsa, hiçbir zaman anlaşamayacağız demektir.
<br />
<br />
Ne mutlu ki, başka hiçbir konuda anlaşamasak bile, en sonunda hangi noktada buluşabileceğimiz Kuran’da yazıyor; müslümanların kâfirlere karşı nasıl bir tutum takınması gerektiğini anlatan Kâfirun suresinde: “Sizin dininiz size, benim dinim banadır.”Unknownnoreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3006154104473132628.post-7789983137237757592014-08-10T11:28:00.000+03:002017-07-27T16:54:13.645+03:00Milletin Alfa ErkeğiTayyip Erdoğan’ın son yıllarda “millet” ve “milli” gibi kavramlara dört elle sarılmış olması epeydir dikkatimi çekiyordu. Tabii ki her sağcı politikacı, anlamının muğlaklığından ötürü millet lafını sever, onun üzerine inşa etmeye çalıştıkları hayaller alemine iyi bir zemin hazırladığı için olsa gerek. “Millet”in kimi kapsadığı kimi dışarıda bıraktığı belli değildir. O sözü kullanan kişiler çoğu zaman herkesi kapsarmış gibi bir hava vermeye çalışırlar, ama içten içe biliriz ki bu kavram kapsamaktan ziyade dışlamak amacıyla icat edilmiştir.
<br />
<br />
Erdoğan’ın ise bu sözü kullanışında bir abartı sezmiştim, başka bir şeyi kast ediyor gibiydi. “Bu milleti Facebook’a Youtube’e yedirmeyeceğiz” sözüyle aydınlandım. Millet derken kendisinden bahsediyor (hatta “bu milleti” kısmında kendisine dönük bir işaret parmağı hayal edebilirsiniz). Böyle düşününce diğer bütün sloganlar da anlam kazanmaya başlıyor. Milli güç, milli irade (kendi gücü, kendi iradesi); daima millet, daima hizmet (daima kendisi ve muhtemelen kendisine yapılacak olan hizmetler)… Ya da yerel seçimlerden sonra bir AKP’linin söylediği, “paralel yapı”ya karşı “millet”in artık intikam istediği lafı. Bu bağlamda “milletin adamı” sloganı da “millet adam” diye anlaşılabilir. Bir nevi süper kahraman, örümcek adam gibi, ama biraz daha sofistike (sofistike derken süper kahramanlar dünyası içinde sofistike tabii, yoksa sofistike sözcüğünün de kalbini kırmayalım).
<br />
<br />
Bu kendisiyle milleti birbirinden ayırt edememe hali, anneyle bebeği arasındaki ilişkiye benziyor. Milletin ayrı bir şey olduğunun farkında olamama, milleti kendi vücudunun bir uzantısı sanma… Ama tam bir analoji kurmak da mümkün değil çünkü buradaki iki yönlü bir ilişki. Yani o millet de kendini Tayyip Erdoğan’dan ayırt edemiyor gibi görünüyor, kendini onun vücudunun bir uzantısı olarak görüyor (burada tekrarlamak istemiyorum ama örnek olarak malum teyze akla geliyor ister istemez).
<br />
<br />
Şimdi burada millet kavramı birleştirici mi ayrıştırıcı mı? Şimdiye kadar ülkenin vatandaşı olduğu halde peşine takılmamış olanları kapsamadığı aşikar. Onlar umurunda değil. Zaten bu millet lafının bu derece öne çıkarılması 2011 genel seçimlerinde %50’yi gördükten sonra başladı. Daha fazlasına ihtiyacı kalmadı. Ama kapsadığı kısım açısından öyle birleştirici ki insanlar neredeyse kendilerinin Erdoğan’dan farklı bir şey oldukları bilincini kaybetmişler. Birlik beraberliğin böylesi görülmedi desem yeridir. Başka bir ülkede olsa, bir daha insan içine çıkamayacağı ses kayıtları ortalığa dökülüyor. Ama “hepsi yalan” diyor. Neresinin nasıl yalan olduğunu açıklaması bile gerekmiyor, o kadarı yetiyor, inanıyorlar. Zaten birini lider olarak benimsemek, temelde, sadece onun söylediğine inanmak demek.
<br />
<br />
Böyle bir şey nasıl oluyor? Burada sağlıklı bir bakış açısı kazanmak için sanırım yine hayvanlar alemine bakmak gerekiyor. Mesela şempanzeler… Bildiğiniz gibi şempanzeler küçük topluluklar halinde yaşarlar. Her topluluk kendi arasından en görgülü, bilgili, hepsinin sorunlarına tercüman olabilecek bir temsilciyi, tüm şempanzelerin temsil edildiği yüksek şempanze konseyine gönderir. Burada her biri başka küçük şempanze topluluklarını temsilen gelmiş delegeler, kendi aralarında müzakere ederler ve şempanze toplumunun ortak yararı ve geleceği için bir takım kararlar alırlar… deeermişim.
<br />
<br />
Tabii ki öyle olmaz. Bir tane iri yarı, güçlü kuvvetli, kodu mu oturtan erkek şempanze vardır. Onun dediği olur. Diğer şempanzeler ona itaat ederler. Kendisi nispeten çelimsiz olan bir şempanze, hayatta kalma şansını arttırmak istiyorsa, en güçlü gördüğü liderin peşine takılır. O da peşine şimdiye dek en çok kişi takılmış olandır. Yani süreç bir kere başladı mı güçlenerek sürer. O liderin başlangıçta çok üstün özellikleri olmasını gerektirmez. Sadece diğer adaylara göre hasbelkader biraz öne çıkması yeterlidir. Sonrası çorap söküğü gibi gelir. Liderin peşine takılmayanlar heba olurlar. Yeni nesiller, itaatkârların torunlarıdır.
<br />
<br />
Daha güçlü olana hayranlık, güce tapma, hamurumuzda vardır. Faşizm gücünü buradan alır. O yüzden, sola göre her zaman avantajlıdır. Sol siyaset, bilgilenmeyi gerektirir, gelişmiş bir ahlak anlayışını gerektirir (burada Bülent Arınç’la aynı şeyden bahsetmediğimize emin olabilirsiniz). Kendine ve soyuna doğrudan bir çıkar sağlamadığı halde başkalarını sayma, herkesin temel haklarına saygılı olma, dünya görüşünü ve yaşayışını buna göre oluşturma; bu konuda üretilen düşüncelerden, insanlığın şimdiye kadar yaşadığı felaketlerden ve bunlardan öğrenilenlerden haberdar olmadan nasıl mümkün olabilir? İnsanın bir yandan bilgilenmeye doğal bir açlığı vardır ama cehalet hep daha kolay olandır. Bilgili olmak için bir şeyler yapmanız gerekir, hiçbir şey yapmazsanız cahil olursunuz. Bütün bu bilgi ortadan kalktığında, geriye hamurumuzda olan şey kalır. En güçlü alfa erkeğin peşine takılır gideriz.Unknownnoreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3006154104473132628.post-82812357469046946072014-05-15T11:32:00.000+03:002015-05-27T11:33:52.478+03:00Devletin Kıllı VicdanıSoma faciası sonrası, televizyonda çokça görülen konuyla birinci derecede ilgili, daha doğrusu bizim adımıza bu konuyla ilgilenmekle görevli bakan, eğer bir ihmal varsa kimsenin gözünün yaşına bakılmayacağını falan söylüyor. Eğer bir ihmal varsa… Bu memlekette yeterince uzun süre yaşamışsanız; cümleye böyle başlanıyorsa, bu sürecin sonunda, bir ihmal olmadığına karar verileceğini de baştan bilirsiniz. Zaten aynı kişinin bu madenin sahibiyle can-ciğer-kuzu-sarması görüntüleri de görülmüştür. Böyle bir olayla karşılaşınca, bunun artık sistemin çöktüğü nokta olduğunu düşünürsünüz. Bu andan itibaren köklü değişikliklere gidilmesini beklersiniz. Mesela, madenlerin özel şirketlere kiralanması uygulamasına son verilecek midir? Taşeronluk müessesesinin kökü kazınacak mıdır? En azından, Türkiye’nin onaylamamakta direndiğini öğrendiğimiz ILO sözleşmesi onaylanacak mıdır? Hayır. Padişah efendimiz “olur böyle vakalar” buyurmuştur, meselenin ne yöne gideceği anlaşılmıştır. Saçınızı başınızı yolmak isteyebilirsiniz. Sakin olun. Mark Knopfler’ın son albümü <i>Privateering</i>‘i dinleyin, huzur bulmaya çalışın.
<br />
<br />
Bu arada, sözü geçen bakanı görünce “ben bu sakallıyı bir yerden tanıyorum” dedim kendi kendime. Sonra hatırladım. Birkaç sene önce, çok yakınımız olan birinin yanında, büyük bir devlet hastanesindeydik. Hastamızın durumu ağırdı. Oradan oraya koşuşturma halindeydik. Yine hastane içinde bir yerden bir yere giderken yolumuz bir takım yarmalar tarafından kesildi. “Ne var, ne oluyor” dedik. “Durun, bekleyin” dediler. Sayın bakanımız hastaneye bir yakınını ziyarete gelmiş. Kazara koridorlarda falan sıradan vatandaşlarla burun buruna gelmesi tehlikesine karşı, korumaları onun geçeceği yolları boşaltıyorlar. Çok işlek ve kalabalık bir hastane, bir yerde yol kesilince o noktada insanlar birikmeye başlıyor. Arkada toplaşanlar “ne oldu, niye geçemiyoruz” diye birbirlerine soruyorlar. Derken bakan göründü, artık bayağı bir kalabalık haline gelmiş olan bizlere döndü eliyle bir işaret yaptı. Ne demek istediğini anlamadık ama korumalardan biri tercüme etti: “Size selam veriyor.”
<br />
<br />
Şu işe bakın… Orada kendi gorillerinin yolu kesmesi yüzünden oluşan kalabalığa, onu görmeye gelmiş hayranları muamelesi yapıyor. Her biri kendi hastasının derdinde, canı burnunda bir sürü insan, devlet büyüğümüzün kıllı yüzünü görmek için oraya toplanmışız sanki. Bize selam veriyormuş. Biz de onun lütfedip verdiği selama karşı aval aval bakmaya devam eden öküzler oluyoruz. Ağzımdan, gayri ihtiyari, normalde ağzımdan çıkmayan cinsten birkaç kelime çıktı. Bayağı alçak sesle söylediğimi sanıyordum ama sesimi tam kontrol edememişim ki, tam önümdeki homo izbandutus duydu, irkilmesinden anladım (ne yalan söyleyeyim, bir an için yüreğim ağzıma geldi). Neyse ki herif duymazlıktan gelmeye karar verdi de birkaç dakika sonra yolumuza devam edebildik.
<br />
<br />
Bunu neden anlatıyorum? Vallahi ben de bilmiyorum. Biraz, içimde kaldığı için… Biraz da şunun için: Biz, yani mümkün olduğunca doğruları söylemeye ve insanlara iyi davranmaya çalışan normal ve sıradan insanlar; bu yönetici, siyasetçi, sermayedar, falan filan güç sahiplerini, kendimiz gibi sanabiliriz. Bir vicdanları olduğu ve başka insanların acılarını yüreklerinde hissettikleri yanılgısına kapılabiliriz. Onlardan umarsızca anlayış ve insaf beklememiz de bu yüzdendir. Boşuna beklemeyin. Onlar böyle şeylerden anlamaz, sadece güçten anlarlar. Gücünüzü gösteremiyorsanız, başka da gösterebileceğiniz bir şeyiniz yoktur. Sakin olun. Mark Knopfler dinleyin. <i>Privateering</i> albümünden <i>“Haul Away“</i>, çok güzel…
Unknownnoreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3006154104473132628.post-3222798227014699432014-04-06T10:01:00.000+03:002016-01-12T00:13:23.744+02:0012 Yıllık Esaret12 Yıllık Esaret filmine gitmenizi çok fazla tavsiye etmiyorum. Aşırı sert bir film. Sadece şiddet düzeyi açısından söylemiyorum, bir yerden sonra seyirciye yönelen bir şiddet var filmde. Siyahi yönetmen Steve McQueen'in, ataları ya da kültürel mirasları açısından, karşılıksız köle emeğinin ekmeğini yemiş beyaz seyirciyi kamerasıyla dövdüğünü hissediyorsunuz. Amerikalı beyazlar neyse de, ne o kölelik düzeninde, ne de onun yarattığı zenginlikte payı olmayan bizlerin bu dayağı pek de hak etmediğini düşünüyorum. Irkçılıktan muaf olduğumuzu söylemiyorum. Aslında bizim memleketteki ırkçılık, Batı ülkelerinde olduğu gibi mahkum edilmediği için, bizim ırkçılarımız, ırkçılıklarının farkında değiller, o yüzden de daha tehlikeliler. Bir televizyon programcısının birkaç sene önceki bir konuşmasını hatırlıyorum. Bir Afrikalı futbolcu tarafından, ona yönelik ırkçı şakalar yapmakla suçlanmış. Ona cevaben kaleme aldığı bir yazıyı programının başında okumuştu. Özetle şunu dile getiriyordu; Türkler ırkçı olamaz, ben de Türküm, <i>ergo</i>, ben de ırkçı olamam. Irkçı olmadığını ırkçı bir argümanla kanıtlamaya çalışmak ancak eğitimle ulaşılabilecek bir cehalet düzeyine işaret ediyor. Irkçı olmamak, "ırkçılık nedir bilmemek" değildir, tam tersidir aslında. Toplumun, geleneksel değer yargılarının ya da bilmem hangi köhnemiş düşüncenin sizi sürüklediği ırkçılığın farkına varmazsanız ırkçı olursunuz. Irkçılıktan kurtulabilmek için, ırkçılığın ne olduğunu bilmelisiniz. Ve ırkçılıktan mutlaka kurtulmalısınız, çünkü, emin olun, ırkçı, bu dünyadaki an aşağılık insan cinsidir.<br />
<br />
Filme dönecek olursak, filmin şimdiye kadar kölelik üzerine yapılmış filmlerin söylediğine ek olarak söylediği şey, bilgi ile kölelik arasındaki bağlantıyı öne çıkarması. Baş karakter Solomon Northup, köleliğin uygulanmadığı Kuzey'de, belli bir eğitime ve mesleğe sahip yaşarken kaçırılıp Güney'e köle olarak satılıyor. Bu andan itibaren, hayatta kalmak için, aslında kim olduğunu söylememesi gerektiği, özellikle okuma-yazma bildiğini belli etmemesi gerektiği kendisine öğütleniyor. Bu öğüdün haklı olduğunu defalarca görüyor, köle olarak geçirdiği yıllar boyunca. Kölelerin okuma-yazma biliyor olması bile hayatlarına yönelik bir tehdit.
<br />
<br />
Köle sahiplerinin bu kadar içselleştirdikleri bir bilgiyi, çağımızın modern kölelerinin sahiplerinin unutmuş olacağını düşünemeyiz. Asıl niyeti hakimiyetini daim tutmak olan bir siyasi veya ekonomik iktidarın, hakim olduğu kitle üzerinde alacağı ilk önlem, bilgilenmelerini engellemek olmalı. Günümüzde, otoriter rejimler altında inleyen halkların cahilliğinin, iktidar tarafından özellikle arzulanan ve planlanan bir şey olduğu gözden kaçırılıyor sanki. Genel eğitimsizlik ve bilgisizlik, kaynakların yetersizliğinden kaynaklanıyormuş gibi bir algı var. Oysa, mutlak otorite peşinde koşan iktidarların eğitim politikalarına bu açıdan baktığınızda, hâlâ yaptıkları işte kötü niyet olmadığını düşünmek için biraz fazla saf olmak gerekiyor sanırım.Unknownnoreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3006154104473132628.post-31761466179799126642014-03-20T11:29:00.000+02:002015-05-27T11:30:22.382+03:00Siyasette CSI EtkisiBabaannem, insanoğlunun Ay’a ayak basmasından sonra yirmi yıl daha yaşadı, öldüğü güne kadar Ay’a ayak basıldığına inanmamıştı. İnanmaması belli bir nedene dayanmıyordu, herhalde şöyle göz kararı bir ölçüp biçmişti ve bunun gerçek olamayacağına kanaat getirmişti. Tabii, hayatının büyük kısmı boyunca çevresinde anlayamadığı bir teknolojinin ürünü aletler yoktu. Onun zamanından beri, teknoloji konusundaki ortalama bilginin çok fazla ilerlediğini söyleyemeyiz, ama artık çoğu insan, nasıl çalıştığını anlayamadığı gereçlerle çevrili durumda. Neyin teknolojik olarak mümkün olduğu konusunda dayanacağı hiçbir kaynak yok. Kendi bilgisi onu anlamaya zaten yetmiyor, televizyonda izlediğinin de, film, reality show ya da haber programı olması fark etmiyor, gerçek mi, kurmaca mı olduğu konusunda hiçbir fikri yok. Günümüzün insanı, babaannemden çok daha kötü durumda aslında. Babaannem, en azından kendi gözüne ve izanına güvenip, insanın Ay’a gidemeyeceği konusunda fikir yürütebilecek kadar akıl sahibiydi. Şimdinin insanlarının kendilerine ait akılları yok, başkalarının onlar adına yürüttüğü akılla idare ediyorlar.
<br />
<br />
Amerika’da, özellikle hukuk sisteminde etkisini hissettiren CSI etkisi diye bir problemden bahsedilir olmuş son zamanlarda. Makbul (ama bilgili olması gerekmeyen) vatandaşlardan seçilen jüriler, CSI dizisinde gördükleri teknolojinin gerçekten var olduğunu düşündükleri için, gerçek hayatta elde edilmesi mümkün olmayan kanıtları bekler olmuşlar. O yüzden normalde mahkum olacak şüphelileri delil yetersizliğinden beraat ettiriyorlarmış.
<br />
<br />
Babaannem gerçekte olan teknolojilere inanmıyordu. Şimdinin insanları ise, gerçekte olmayan teknolojileri, televizyonda gördükleri için var sanıyorlar. Bilim ile bilimkurgu birbirine karışmış.
Böylece, yenilir yutulur cinste olmayan ses kayıtlarının bilgisayarla “kolaylıkla” üretilebildiği söylendiğinde, buna inanan hatırı sayılır bir kitle olabiliyor. Çünkü aynı şeyi “Görevimiz Tehlike”de izlemişlerdi. Orada oluyorsa, burada da oluyordur.
<br />
<br />
Bilgisayarla bunlar yapılabiliyor olsa, mesela, reklamcılar seslendirme için neden Okan Bayülgen’e çuvalla para versinler, diye düşünmez mi insan, Okan Bayülgen’in sesini bilgisayarda “kolaylıkla” üretebilmek varken? Dahası, bu yapıldığında, Okan Bayülgen buna haklı olarak itiraz ederdi, “ses tonu mülkiyeti” diye bir şey, kavram dünyamıza girmiş olurdu.
<br />
<br />
Hükümet medyasında hep bir ağızdan “paralel yapının en büyük oyunu deşifre oldu” başlığıyla çıkan haberleri görünce, bu konuda son noktaya vardığımızı düşündüm. Bu habere göre, silikondan yapılma maskeler kullanılarak kurmaca videolar yapılabiliyormuş ve paralel yapı da bu teknolojiye sahipmiş. Yani biz, önümüzdeki günlerde, gayet iyi tanıdığımız kişilerin, ayan beyan, olmaması gereken hallerde bulundukları videoları izleyeceğiz ve bu kişiler de bu videoların silikon maskelerle yapıldığını iddia edecekler. Şu anda şaka gibi geliyor ama birkaç gün içinde büyük ihtimal hepimiz bunu konuşuyor olacağız.
<br />
<br />
Bunun bir sonraki aşaması, paralel yapının uzaylılarla ittifak içinde olduğunu iddia etmek olur diyeceğim, ama onun bir sonraki aşama olduğundan emin değilim. O aşama atlandı galiba.
Haksızlık etmeyelim, Türkiye daha kötü dönemlerden de geçti. Ama insan aklının bu kadar aşağılandığı bir dönem yaşanmamıştı herhalde.
Unknownnoreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3006154104473132628.post-86089313042719808562014-03-11T16:32:00.000+02:002015-05-25T16:37:56.127+03:00Yanlış Anlaşılmalar CumhuriyetiMemleketin en önemli ve kronik sorununun aslında “Türk sorunu” olduğu tespitini ilk kim yaptı, bilmiyorum, ama aklıyla bin yaşasın. Bazen tartışmalar öyle bir hale geliyor ki, Türk sözcüğünün ne demek olduğuna karar veremediğimiz için otuz bin insanımızı kaybettik, diye düşünüyor insan. Türk, Orta Asya’dan Anadolu’ya göçen kavmin soyundan gelenlere mi denir, yoksa burada 20. yüzyılda kurulmuş Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşlarına mı?
TDK sözlüğü iki anlamı şöyle listelemiş:
<br />
<br />
1. Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan halk ve bu halktan olan kimse.
<i>“Ne mutlu Türk’üm diyene!”</i> – Atatürk
<br />
2. Dünyanın çeşitli bölgelerinde yaşayan, Türkçenin değişik lehçelerini konuşan soy ve bu soydan olan kimse.
<i>“Ben bir Türk’üm, dinim cinsim uludur.”</i> – M. E. Yurdakul
<br />
<br />
Bu iki anlamdan, sözlükte ikinci olarak verilen, aslında kadim ve tarihsel olan temel anlamdır. Diğeri anlam genişlemesiyle kazanılmış yan anlamdır. Ama nedense (neden olduğunu biliyoruz tabii) bu anlamlar yer değiştirmiş. Dahası, aslında ikinci anlama örnek olan bir cümle, birinci anlamın örneği olarak verilmiş (birazdan açıklayacağımız üzere).
<br />
<br />
Bu iki anlam, adını bir etnik gruptan alan çoğu ülke için vardır. Ama aynı sözlük, aynı özelliğe sahip sözcüklerden olan “Alman”ı şöyle tanımlıyor:
<br />
<br />
1. Cermen soyundan olan halk.<br />
2. Bu halktan olan kimse.
<br />
<br />
Alman sözcüğünün, “Federal Almanya Cumhuriyeti vatandaşı” şeklinde bir yan anlamı da vardır, ama bunun verilmesine bile gerek görülmemiş. Türk sözcüğünün hangi özelliği, onu Alman sözcüğünden kategorik olarak farklı kılmış olabilir? Sözcükte bir özellik yok tabii, sözlüğü hazırlayanlarda var.
<br />
<br />
Sözlüğün, Türk sözcüğünün TC vatandaşı anlamında kullanımına örnek olarak da Atatürk milliyetçiliğinin mottosu diyebileceğimiz <i>“Ne mutlu Türküm diyene”</i> sözünü vermesi ilginç.
<br />
<br />
Bu kadar çok tekrar edilip de, yaygın olarak bu kadar yanlış anlaşılan bir söz yoktur herhalde. Bir örneğini Taraf yazarı Tuncer Köseoğlu’dan not etmişim (hâlâ Taraf yazarı olmayabilir tabii). Milliyetçilerin bakış açısını özetlerken diyor ki: <i>“Pekala bir Kürt, ‘ne mutlu Türküm’ dediği sürece, ülkemizin birinci sınıf bir vatandaşı olmasında bir sakınca yoktur.”</i> Cümle biraz düşük, ama takıldığımız yer orası değil.
<br />
<br />
Bir diğer örneğini de bugün, MHP’nin yerel seçime yönelik ilanında gördüm: <i>“Ne mutlu Türk’üm” diyemeyenlere artık yeter…
</i><br />
<br />
Buradaki yanlışlığı görebiliyor musunuz?
<br />
<br />
Bu iki cümlede de, Atatürk’ün bize dememizi önerdiği şeyin <i>“ne mutlu Türküm”</i> olduğu varsayılıyor.
<br />
<br />
Atatürk, eğer bizden “ne mutlu Türküm” dememizi bekliyor olsaydı, <i>“Ne mutlu ‘ne mutlu Türküm’ diyene”</i> derdi, öyle değil mi? Oysa bizden beklediği şey “ne mutlu Türküm” dememiz değildir. “Türküm” dememizdir. “Türküm” dediğin sürece mutlu olma hakkın vardır. Bunu anlamak bu kadar zor mu?
<br />
<br />
Evet, galiba, nedense, bunu anlamak zor. O yüzden başka bir şekilde yeniden anlatacağım. Eğer, Atatürk’ün dememizi beklediği şey, Tuncer Köseoğlu’nun, ilanı hazırlayan MHP’lilerin ve daha pek çok kişinin anladığı ya da anlamak istediği gibi “Ne mutlu Türküm” olsaydı, o cümle yarım kalmış olurdu. Atatürk’le hitap ettiği halk arasında şöyle bir diyalog hayal edebiliriz mesela:
<br />
<br />
– “Ne mutlu Türküm” diyene…
<br />
– Eee?
<br />
– Eee ne?
<br />
– <i>“Ne mutlu Türküm’ diyene“</i>, dedin, gerisini getirmedin, Atam.
<br />
– Getirmem mi gerekiyordu?
<br />
<br />
Evet getirmesi gerekiyordu. Mesela <i>“’Ne mutlu Türküm’ diyene saygımız büyüktür”</i> ya da <i>“’Ne mutlu Türküm’ diyene biz de ‘iyi ki Japon değilsin’ deriz”</i>.
<br />
<br />
Atatürk hakkında herkesin farklı duyguları olabilir, ama herhalde en ateşli muhalifleri bile çok zeki bir insan olduğunu kabul ederler. Dili çok iyi kullandığını ve hitabet yeteneğinin çok yüksek olduğunu da onun hayatına tanıklık edenlerden biliyoruz. Onuncu yıl nutkunun final cümlesini yarım bırakması için, tam o sırada, gerçekten çok acil bir işi çıkmış olması gerekirdi. Bildiğimiz kadarıyla böyle bir şey de olmadığına göre, o cümlenin tamam olduğunu kabul etmek zorundayız.<br />
<br />
Peki, bunun ne önemi var?
<br />
<br />
Burada TDK’nın örneğine geri dönebiliriz. Atatürk, eğer bizden, yanlış anlaşıldığı üzere, “ne mutlu Türküm” dememizi bekliyor olsaydı, buradaki “Türk”, gerçekten de örneğin altına yazıldığı anlamda kullanılmıştır deme şansımız olurdu. En azından bunun bir anlamı olurdu. Evet, insan TC vatandaşı olmaktan mutluluk duyabilir ve bunu <i>“ne mutlu TC vatandaşıyım”</i> diye dile getirebilir. Vize kuyruklarında kurulan tanışıklıklar yeni aşkların başlangıcı olabilir mesela. Veya, askerlikte nasıl aşağılandığınıza dair anılarınız olmasa erkek arkadaşlarınızla konuşacak şey bulamayabilirsiniz. Ya da diğer seçeneğiniz Afganistan, Suriye ya da Somali vatandaşı olmaksa, TC vatandaşlığı bulunmaz nimet olabilir.
Ancak, biraz önce kanıtladığımız üzere, Atatürk bizden “Türküm” dememizi bekliyor. Bunu “TC vatandaşı” anlamında kullandıysa, bizden “TC vatandaşıyım” dememizi bekliyor demektir. Neden böyle bir şey istesin? TC vatandaşıysanız öylesinizdir, bunu dile getirmenin ne anlamı olabilir? TC vatandaşı olup olmadığınız sizin iradenize bağlı değildir, nüfus kütüklerinde kayıtlıdır. Siz istediğiniz kadar “TC vatandaşıyım” diye yırtının, eğer o kütüklerde adınız yoksa, bunun size mutluluk getirmesi bir yana, etrafınızdakilerin size meczup gözüyle bakmasından ve muhtemelen, eninde sonunda Somali’ye geri postalanmanızdan başka işinize yaramaz.
<br />
<br />
Atatürk, çoğu milliyetçiden farklı olarak, kendi diline hakimdir ve ne dediğini gayet iyi bilmektedir. Bizden “Türküm” dememizi beklemektedir ve bunu da TDK’nın ikinci sırada saydığı anlamda, yani etnik anlamda kullanmaktadır. O dönemin bütün uygulamaları da, “vatandaş Türkçe konuş”tan “güneş dil teorisi”ne, bunu destekler.
Durum bu kadar açık. Bu kadar açık olmasına rağmen, bunu yanlış anlamak adeta milli sporumuz haline gelmiş. O yüzden hiçbir tartışmada bir adım yol kat edemiyoruz.
Unknownnoreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3006154104473132628.post-29453791109098982312013-11-15T09:51:00.001+02:002021-01-04T00:36:37.953+03:00Bilim, Kurguya Karşı<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEglOSmNPSLID2XDvAt3FSTR0Hv4MP119nluTBoQMk7XGQrtvCAv9ZxQSFHjJfJR1s5wrqAxIEh5_P_7xMQfLu-PRr8LrQJW5414QQv9mKcYGiTtDMOp1xK_tzqnq5SpPUrBslexks6xxaI/s1600/spiderman.png" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEglOSmNPSLID2XDvAt3FSTR0Hv4MP119nluTBoQMk7XGQrtvCAv9ZxQSFHjJfJR1s5wrqAxIEh5_P_7xMQfLu-PRr8LrQJW5414QQv9mKcYGiTtDMOp1xK_tzqnq5SpPUrBslexks6xxaI/s1600/spiderman.png" /></a></div>
Örümcek Adam çizgiromanında “ağ fırlatıcı” denen bir alet vardır. Örümcek Adam’ın gökdelenlere ağ fırlatarak havada uçarcasına ilerlemesini sağlayan şey… Süper güçlerinden tamamen bağımsız olarak, kendisinin icat ettiği bir mühendislik harikasıdır. Örümcek olmakla kalmaz, aynı zamanda mucittir yani. Arada ağ fırlatıcıların içindeki ham madde biter, Örümcek Adam maceranın kalanını ağ desteği olmadan, sadece hoplayıp zıplayarak tamamlar. Çizgiromanı ilk okuduğum zamanlar, “ne saçma” demiştim kendi kendime, bunu da süper güçlerinden birisi yapsaymışlar ya! Nitekim, Sam Raimi’nin film uyarlaması üçlemesinde burası değiştirilmişti, ağlar, gayet isabetli bir kararla, kendi vücudundan çıkan şeyler, yani örümceklik halinin bir uzantısı haline getirilmişti.
<br />
<br />
Bu ağın var olduğu bir dünyada, bir çok şey farklı olurdu. İncecik bir ipliği Örümcek Adam’ı taşıyabiliyorsa, biraz daha kalını, gemilere yüklenen konteynerleri falan taşıyabilir mesela. Üstelik fazla maliyetli bir şey de olmasa gerek, örümceklikten pek bir ek gelir sağladığını görmediğimiz Peter Parker, kendi imkanlarıyla bunlardan bol miktarda elde edebildiğine göre. Bunlar bir yana, her biri mucizevi olan iki ayrı özelliğin, birbirinden bağımsız olarak aynı kişide bulunması, inandırıcılığı yerle bir ediyor. Örümcek Adam’da inandırıcılık mı arayacağız diyebilirsiniz, ama öyle olmuyor. Peter Parker’ın radyoaktif bir örümcek tarafından ısırılıp süper güçlere kavuştuğuna inanırız (mecburen). Bir üniversite öğrencisinin olağanüstü esneklik ve dayanıklılığa sahip bir madde icat etmesine de inanabiliriz, ama bu ikisinin aynı kişi olması fazla gelir. Olasılık meselesi… Doktor House’da tekrarlanan bir temayı getiriyor akla. Dizinin, seyircinin genelde yarım kulakla dinlediği tıbbi tartışmaları, bir tahtaya alt alta belirtilerin yazılması ve bunların hepsini birden açıklayan rahatsızlığın ne olabileceğine kafa patlatılması şeklindedir. Arada, bazen, ekipten biri, iki ayrı belirtiyi iki ayrı az rastlanır hastalıkla açıklamaya kalkar. House hemen itiraz eder, her biri milyonda bir rastlanan iki hastalığın birbirinden bağımsız olarak aynı kişide bulunması, trilyonda bir ihtimaldir, üzerinde bir saniye bile düşünmeye değmez.
<br />
<br />
Bilimkurgu dediğimiz şeyin, kurguladığı bilimsel şeyin gerçekten bilime uygun olması gibi bir derdi yoktur. Hatta nasıl çalıştığını anlatma gibi bir zorunluluğu da yoktur. Ama herhangi bir hikayenin inandırıcı olması için gereken kurallar, bilimkurgunun bilimsel zımbırtıları için de geçerli. Kadının kocasının patronunun, aynı zamanda üvey annesinin eski kocası olduğuna inanabilirsiniz, ama bir de İsmet İnönü’nün torunu çıkarsa, “yok artık” dersiniz. Öyle bir şey…
<br />
<br />
Film veya televizyonda olduğunda, kurgulanan bilimin inanılabilir olduğu kadar görülebilir de olması gerekiyor. Bu konuda en çok zorluğu çıkaran alet de, tuhaftır, bilgisayardır. Tuhaftır diyorum, çünkü en cafcaflı görsel efektler bilgisayarla yapılıyor. Ama bilgisayarın çalışmasının pek görsel bir tarafı yoktur. Bilgisayarın çalışmakta olduğunu görmemiz gereken sahnelerde, filmciler, bir görselleştirmeye ihtiyaç duyarlar. Mesela, DNA analizi yapan bir program çalışırken, illâ ki ekrana kendi çevresinde dönen üç boyutlu DNA sarmalı animasyonu gelir. Aslında bu görüntü, bilgisayarın yaptığı işe hiçbir katkı sağlamadığı gibi, ekstra yük getirir. Ama film seyircisinin “please wait” yazan bir ekranı seyretmek istemeyeceği düşünülür, bilgisayarın ne iş yaptığını görmesi gerekir.
<br />
<br />
Bu konudaki en ilginç örneklerden biri “veritabanı araştırması” görüntüleridir. Bir yüz fotoğrafının, ya da parmak izinin veritabanına kayıtlı örnekler arasından sorgulanması esnasında, bilgisayar ekranının bir yarısında aradığımız örnek bulunurken, diğer yarısından da hızlıca veritabanına kayıtlı örnekler birbiri ardına görünür. Bir yandan DNA sarmalındaki problem burada da vardır, bilgisayar karşılaştırmayı arka planda yapar, tutmayan örnekleri ekrana getirmesi ekstra bir yükten başka bir şey değildir. Ama daha tuhaf olanı, bu görüntüden anladığımız kadarıyla, parmak izi veritabanı, tek tek bakılarak, yani veritabanı tabiriyle söylersek “full scan” ile sorgulanmaktadır. Ve nasıl oluyorsa, aradığımız örnek, her seferinde, ekrana gelen ilk yirmi, bilemedin elli örnek içinde bulunur. Halbuki bu veritabanında milyonlarca parmak izi kayıtlı olmalıdır, teker teker bakmakla biraz zor biter. Gerçekçi bir senaryoda kahramanlarımız işlemi başlattıktan sonra ayrılırlar, orada beklemelerine gerek yoktur. Birkaç gün sonra, müsait olduklarında tekrar uğrayıp bakarlar, belki sonuç alınmıştır. Bu arada belki iki tek atarlar, iki çift lafın belini kırarlar. Ama bunlar tabii büyük olasılıkla işten başka bir şey düşünmeyen, gecesi gündüzüne karışmış Amerikan polisleridir. Onların yapacağı muhabbetten de hayır gelmez, işten başka konuşacak şeyleri yoktur. Hatta söyleceyecekleri bitince, parasını peşin verdikleri içkiyi de orada bırakır, çıkıp giderler, insanın tepesini attırırlar. Bu ne aceledir, ne telaştır, madem içmeyecektin niye ziyan ediyorsun?
<br />
<br />
Neyse, dağıtmayalım, sözün özü, bilimkurgu yazıyor olmanız, her şeyi uydurabileceğiniz anlamına gelmez, kendi kurguladığınız gerçekliğe sadık kalmalısınız ve matematiğe ihanet etmemelisiniz. Bu arada, bırakınız, bilgisayarlar, kimseyi rahatsız etmeden, arka planda çalışsınlar.
Unknownnoreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3006154104473132628.post-89417273478001333332013-08-22T09:58:00.001+03:002024-02-06T10:54:37.780+03:00Bırak Perdesiz Kalsın<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEikirvNVWzLczevngv-DmMgFKs4hUthEEfnTcGJNpfl8-fV2okgZlQkJHCApXJGbgLhbYict1-zJhhNDLwOP1DqW2wvjFVoKl2d-1MhsriL4eSxewo8DBUH5smg-DkrKmsbl2mpJem3FpM/s1600/perdesiz300.jpg" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEikirvNVWzLczevngv-DmMgFKs4hUthEEfnTcGJNpfl8-fV2okgZlQkJHCApXJGbgLhbYict1-zJhhNDLwOP1DqW2wvjFVoKl2d-1MhsriL4eSxewo8DBUH5smg-DkrKmsbl2mpJem3FpM/s1600/perdesiz300.jpg" /></a></div>
Bit pazarından bir perdesiz gitar aldım. Önce elime alıp şöyle bir gözden geçirdim, tuhaf kokusu bir yana fena görünmüyordu. Çekinerek fiyatını sordum, “otuz lira istiyorum” dedi adam. Bir an için, burada adet olduğu üzere pazarlık yapmayı aklımdan geçirdim, ama çekindiğim seviyelerin o kadar altındaydı ki, ayıp olacaktı. “Yirmi dokuz olmaz mı” dedim, usulen. Güldü. Parayı verdim, gitarı aldım.
<br />
<br />
Üst iki tel eksik, kalan dördünden de ikisi ters yerlere takılmış. Tellerini tamamlayınca fena olmayacağını umuyorum. Üstelik Tünel'deki bazı dükkanlarda bulabileceğiniz gibi, çıkartılmış perdelerinin bıraktığı boşluk macunla, ya da bilmem hangi bir karışımla doldurulmuş değil. Yani önceden var olan perdeleri çıkarılmış gibi durmuyor. Perdeleri olan bir gitardan, muhtemelen klavye kısmı değiştirilerek yapılmış. Yalnız gerçekten çok kötü kokuyor, o kokuyu nasıl gidereceğimi bilmiyorum henüz.
<br />
<br />
Perdesiz gitar yapmanın en kolay ve ucuz yolunun, perdeli bir gitarın perdelerini çıkarmak olması ne kadar tuhaf. Önce, başlangıçta perdesi olmayan bir sapa perdeler takılır, daha sonra başka biri tarafından bu perdeler çıkarılır. Başlangıçta hiç takılmasa daha kolay olmaz mı, diye düşünür insan. Ama işin ilk kısmı, Çin’de ya da Kore’de, günde on bin tane gitar çıkaran bir fabrikada yapılır, ikinci kısmı Tünel civarında bir ustanın küçük dükkanında. Perdesi takılmamış bir gitar sapı bulmak, perdeli bir gitar bulmaktan daha pahalıya gelir. Dünya kapitalizminin tuhaf bir tezahürü.
<br />
<br />
Perdesiz gitarın çok da meraklısı değilim aslında. Sesi boğuktur, fazla kibardır bana göre, ben gitarın komşuyu polise telefon ettirenini severim. Ama evde bir tane bulunmasını hep istemişimdir. Bilirsiniz, standart gitar, makam sisteminin ihtiyaç duyduğu sesleri karşılamaz, Türk müziğiyle (ya da genel olarak Ortadoğu müziğiyle diyelim) ilgileniyorsanız, gitar sizin için yeterli değildir. Ben perdeleri türk müziğine göre bağlanmış perdeli çalgıları tercih ederim, lavta, tanbur ya da bağlama gibi. Ama perdesiz gitar, kendine özgü tınısı yüzünden ilginç. Daha önce karizmatik luthier Rıfat Türen’in standart elektro gitardan dönüştürerek yaptığı bir perdesiz elektroyu denemiş ve çok etkilenmiştim, ama fiyatı biraz ağır gelmişti. Konuştuğum bir başka usta da perdeli klasik gitarı perdesize dönüştürmekte uzmanlaşmış zaman içinde. Diyordu ki: “Erkan Oğur iki konser verir, arkasından on genç gelip gitarlarının perdelerini söktürür, sonra arkası kesilir. Sonra Erkan Oğur iki konser daha verir, on genç daha gelir”. Erkan Oğur'un, belki şu anda tam olarak kavranamayan, böyle eşsiz bir etkisi vardır. Gitarı ağlatır, dinleyeni anlatır, belki kendisi de ağlar içinden. Memlekette kimbilir kaç gencin evinde birer perdesiz gitar vardır şimdi. Birçoğu bir kenara atılmıştır. Sesinin sönümlülüğü yüzünden hayalkırıklığına uğrar çoğu. Ama Erkan Oğur tarzının takipçisi diyebileceğimiz bir dizi genç perdesiz gitarist de var; Cenk Erdoğan, Sinan Cem Eroğlu (aynı zamanda kaval üstadıdır), Uğur Varol, Ali Saran gibi...
<br />
<br />
Perde, sadece telin “doğru” noktadan tınlamasını sağlamaz, sert bir perdeye yaslanan tel, daha uzun süre, daha yüksek sesle ve daha zengin bir tınıyla titreşir. Perdesiz gitarın sesi azdır ve çabuk söner. Çoğu perdesiz gitarist, Erkan Oğur da dahil, sesin süresini arttırmak için amplifikasyon kullanır. Bunu bilmeyen pek çok meraklı, gitarlarını bozdurduklarıyla kalıyor olabilirler.
<br />
<br />
Erkan Oğur’un özgeçmişinde, bazı kaynaklarda, perdesiz gitarı icat ettiği gibi bir cümle geçiyor. İcat tabiri perdesiz gitar için biraz fazla iddialı. Yani perdeleri takılmadan önce perdesizdi zaten bu alet. Saatli radyoya icat demek gibi bir şey. Ayrıca ud diye bir çalgı var, gitara çok benzer ve perdesizdir. Perdesiz gitar yerine, arkası düz, iki boğumlu, altı tek telli ud da denilebilirdi (pek pratik olmazdı tabii).
<br />
<br />
Ud tekniği gitar tekniğine benzer, zaten gitarın atası sayılan bir çalgıdır. Udun tel uzunluğu biraz daha kısadır, sapı daha dardır, dolayısıyla telleri birbirine daha yakındır, ve en kalın tel hariç, çiftler halindedir. Sesin sönümlülüğü aynıdır aşağı yukarı, çift telden ve oval gövdesinden dolayı ses rengi biraz daha zengindir. Yapısal farklılıkların ayrıca iki önemli sonucu daha vardır: Perdesiz gitar, sapın daha geniş ve uzun olması nedeniyle çoksesli renklendirmelere (akor ve arpejlere) daha uygundur. Ve perdesiz gitarda, tellerin tekli olmasından dolayı perdesiz gitaristlerin severek kullandığı portamento (kaydırma) tekniğini kullanmak daha kolaydır.
<br />
<br />
Portamento, perdesiz gitar tınısının temel özelliğidir. Ses, bir notadan diğerine akarak gider, aradaki tüm ses sürekliliğinden geçer yol boyunca. Sanki normal gitarın bize kapadığı, duymamızı istemediği, arada kalan tüm sesleri serbest bırakmış izlenimi verir. Bir özgürlük yanılsaması diyebiliriz. Yanılsamadır, çünkü, mesela, kaydırmak yerine, arada kalan ve çalınan makamın kabul etmeyeceği bir yere basmak, bize hiç böyle özgürlük hissi vermez, ya da kaldırımda yürürken boka basmak ne kadar özgürlükse o kadar bir özgürlük olur bu (boka basmak özgürlükse, özgürüz ikimiz de). Neyse, cıvıtmayalım, anladınız meseleyi, müzik her zaman disiplin içerir. Tüm sanat dalları için geçerli büyük olasılıkla. Tersini düşünmeye çalışıyorum, aklıma en uç örnek olarak “Japon gürültüsü” denen tuhaf müzik türü geliyor. Ama onda bile bir disiplin var sanki. Perdesiz gitarist, bir notadan diğerine kayarak gitse de durduğu yerler bellidir ve kesindir. Hatta usta bir gitaristin elinde, perdeli gitardakinden daha kesindir. Kaydırma işin şekeridir.
<br />
<br />
Şimdi yeni teller takıp, kendisi fazlasıyla eski, ama benim için yeni perdesiz gitarımı denemek için sabırsızlanıyorum. Bir ihtimal, diğer hevesli gençler gibi bir süre tıngırdattıktan sonra bir kenara koyacağım, ya da bir sesten diğerine kayarak gitmenin cazibesi beklediğimden daha çok etkileyebilir beni. Yalnız şu koku konusunda bir şeyler yapmam lazım. Deodorant mı sıksam?
Unknownnoreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3006154104473132628.post-42979865597076799652013-08-20T09:21:00.001+03:002022-11-06T17:00:38.376+03:00BaşkanlıkDevlet örgütlenmesinin sürekli tartışma konusu olduğu bir ülkede yaşadığımız için şanslıyız. Herkes, her an sistemin baştan tasarlanması üzerine fikirler yürütebiliyor. Bol bol deneme yanılma alanımız var. Anglosakson olsaydık her şey çok daha sıkıcı olacaktı. ABD 200 yıldan fazladır, Britanya neredeyse 300 yıldır aşağı yukarı aynı sistemle yönetiliyor. Aslında sadece sıkıcı değil, riskli de. Son derece problemli olmasına rağmen kemikleşmiş olan bu sistemler üzerine geniş bir gelenek inşa edilmiş. Aynı şekilde sürdürüldükçe esnemesi, değişmesi giderek zorlaşıyor. Oysa biz, her an bambaşka bir sisteme geçebiliriz. O sırada kafamızın nasıl olduğuna bağlı.
<br />
<br />
Yeni anayasa çalışmaları ile başkanlık sistemi tartışması da yeniden başladı. İlginç bir şekilde bu tartışmalar, komşudaki "hükümet krizi" ile aynı zamana denk geldi. Hükümet krizi, yani hükümet kuramama döngüsü, parlementer sistemin zırt dediği yer. Hükümet kurma görevini sırayla en çok sandalye kazanan üç parti aldılar, yapamadılar, görevi iade ettiler. Şimdi yeniden seçim olacak. Yeniden seçim olduğunda, aynı sandalye dağılımının ortaya çıkmaması için hiçbir neden yok. Çünkü son seçimden beri seçmen tercihlerini derinden etkileyecek pek bir şey de olmamış olacak. Yine benzer dağılım olursa, yine sırayla hükümet kurma görevi alacaklar, yine görevi iade edecekler. Yine seçime gidilecek. Nereye kadar? Belli değil. Sistemde bunun cevabı yok.
<br />
<br />
Bilgisayar programı yazanlar bilirler, programın sonsuz döngüye düşmesi riski vardır. Belli bir koşul sağlanana kadar devam edecek bir döngü yazarsınız, ama yazdığınız sırada ne siz, ne de bilgisayar, bu koşulun asla sağlanamayacağını algılamayabilir. Program, siz bilgisayarı fişten çekene kadar çalışmaya devam eder.
<br />
<br />
Tabii siyasi sistemde birileri bu döngüden kurtulmak için bir şeyler değiştirir. Darbe olur, devrim olur, ya da daha normali, önceden koalisyon kurmak istemedikleri partiyle koalisyona razı olurlar. Tekrar seçime gidilmesi, bu tavrı değiştirmenin ilk olarak seçmenlerden beklenmesi demek. Birilerinin, hatta oldukça çok sayıda insanın oylarını değiştireceğini umuyorlar. Anlaması zor, ama sonuç vermesi mümkün.
<br />
<br />
Siyasi kuramcılar, eminim bilgisayar programcılarının hesaba katmadığı bazı şeyleri de hesaba katıyorlardır. Mühendis bakış açısından bakarsanız, karşınızdaki sorun yürütme erkinin başkanını belirlemekse, bunu en kolay ve etkili şekilde seçimle çözersiniz. İki turlu (ya da daha çok turlu) seçim, son tura iki aday bırakarak, en son turda kazananın oyların yarısından fazlasını almasını garantiler.
<br />
<br />
Ama tabii ki bu, ilk turda oy verdiği aday elenen seçmenlerin, ikinci, üçüncü ya da beşinci tercihi olan bir adaya oy vermesi zorunluluğunu doğurur. Üstelik sonunda bu aday seçildiğinde, ona ehven-i şer diyerek oy verenlere karşı hiçbir sorumluluğu olmaz. Bir sonraki seçime kadar onu oradan alacak hiçbir güç yoktur.
<br />
<br />
Parlementer sistem, çoğunluk sağlanamadığında, koalisyon kurmayı gerektirdiği için, iktidarın belli bir uzlaşma sonucu ortaya çıkması ve bu uzlaşma zeminine sadık kalması zorunluluğunu getirir. Bunu sağlamak için, sonsuz döngüye düşme riski göze alınmak zorundadır.
<br />
<br />
Bu göze alınabilir bir risk midir? 1930'larda Almanya'da Nazileri iktidara taşıyan süreç, böyle bir hükümet kuramama döngüsüyle başlamıştı. Arka arkaya defalarca seçimler yapıldı, her seçimde zıtlaşma, kutuplaşma arttı. Seçmen bu trende uyarak daha manyak partilere kaydı. Nazilerin oy oranı birkaç yıl içinde sıfırdan %40'lara kadar çıktı. Daha yakın dönemde Belçika bölünmenin eşiğine geldi. Yunanistan'da ne olacağı meçhul. Ama uzun yıllardır aynı koalisyon hükümetleriyle yönetilen ülkeler de var.
<br />
<br />
Galiba, buradaki kilit soru, koalisyonu olumlu bir şey olarak görüp görmediğimiz... Pek çok Avrupa ülkesi için, koalisyon en normal ve doğal hükümet biçimi. Türkiye'de ise koalisyon olumlu bir şey olarak görülmez. Hatta bazı çevreler, özellikle burjuvalar, benimsedikleri bir partinin içinde olacağı bir koalisyondansa, benimsemedikleri partinin tek başına iktidara gelmesini tercih edebilirler. Türkiye'nin seçim sistemi de, koalisyon ihtimalini en aza indirmek için (tabii bir de Kürtleri dışarıda tutmak için) tasarlanmış. Bizim merkez siyasetimiz, "halkın iradesinin meclise yansıması" teranesini dillerinden düşürmez, ama daha çok "istikrar" dedikleri şeye tapınırlar (Sakıp Sabancı gözümün önüne geliyor). Yani iktidar, her şeyi hızla boka çeviriyor olsa da, istikrarlı bir şekilde boka çevirmesi olumlu görülür.
<br />
<br />
Bu şartlar altında, gerçekten de başkanlık sistemi, Türkiye için kötü bir seçenek olarak görünmüyor. Eğer hakim siyasi anlayış, koalisyon hükümetini her şart altında kötü görüyorsa, sistemi koalisyonu imkansız bırakacak şekilde düzenlemek gayet mantıklı. Ayrıca bu, "halkın iradesinin yansıması" gereken meclisi de serbest bırakır. Yürütme erki başkanın elinde olduğunda, ve meclisten güvenoyu almak gibi bir zorunluluğu olmadığında, anayasanın seçim sistemiyle ilgili maddesindeki "temsilde adalet ve yönetimde istikrar" ilkelerini birleştirme hükmünün gerekçesi kalmıyor. Yönetim, zaten tanımı itibarıyla istikrarlı olacak, kimse başkanı bir sonraki seçime kadar koltuğundan edemeyecek. Bu durumda seçim sistemine düşen, sadece temsilde adaleti sağlamak olur. Bunu sağlamak için %10 barajını kaldırmak da yeterli değil. Sistemin, gerçekten oy oranlarının meclise aynen yansıyacağı şekilde düzenlenmesi gerekir (1960'larda uygulanan Milli Bakiye sistemi ya da bugün Almanya'da uygulanan karma sistem gibi). Aynı zamanda, başkanlık sisteminin geçerli olduğu ülkelerde, genellikle yerel yönetimler daha özerktir. Bu, meclise karşı sorumlu olmayan başkanın iktidarını dengeleyecek bir özellik olarak görülür. Türkiye'de yerel yönetimlere daha geniş yetkiler tanınması, çok hayati sorunların çözümünde yol alınmasını sağlar.
<br />
<br />
AKP karşıtları, AKP'lilerin bu konuyu gündeme getirmesini, iktidarlarını sürekli kılmak niyetiyle yapılan bir hamle olarak görme eğilimindeler. AKP çevrelerinde de böyle bir art niyet olması mümkündür. Ama aslında, bu tarz bir reform, meclisin sandalyelerinin adaletli şekilde dağıtılmasıyla birlikte getirilirse; başkana, şu anda Tayyip Erdoğan-Abdullah Gül ikilisinin elinde tuttuğundan daha sınırlı bir iktidar verir. Düşünmekte fayda var.Unknownnoreply@blogger.com