22.1.10

Palawa Kardeş, Neredesin?

Avustralya’nın güneydoğu ucundan 240 kilometre kadar açıkta bulunan Tasmanya adası, son buzul çağının en buzullu dönemlerinde, deniz seviyesi şimdikinden çok daha aşağıdayken, bir ada değildi, Avustralya kıtasına bağlıydı. İnsanlar, yaklaşık 40 bin yıl önce buraya karadan yürüyerek geldiler ve yerleştiler.

Yükselen deniz seviyesi zaman içinde kıtayla bağlantıyı giderek kopardı. On bin yıl önce, Tasmanya, Avustralya’dan tamamen kopmuştu. Tasmanya’da kalanlar, Avrupalılar gelene kadar, on bin yıl boyunca, insanlığın kalanından izole şekilde burada yaşadılar. Kendilerine Palawa dediler.

Avrupalılar 19. yüzyıl başlarında adaya geldiklerinde adada 8000 civarında Palawa yaşıyordu. Britanya Sömürge İmparatorluğu’nun adaya el koymasından sonra, otuz yıl içinde nüfusları 200’e düştü. Bir otuz yıl daha sonra, 1860’larda, sadece yukarıdaki fotoğraftaki dört Palawa kalmıştı. Sonuncusu 1876’da öldü. Bir kısmı başka adalara nakledilip başka topluluklarla karışarak ya da Avrupalı avcıların köleleri haline gelerek soykırımdan kurtuldular, ama on bin yılın birikimi olan kültürleri ve dilleri tamamen yok oldu.

Avrupalılar gelmeden önce, adada dokuz ayrı lehçe konuşuluyordu. Bazı meraklıların kaydettiği bir kaç cümle ve bir dizi sözcük dışında bu dillerden eser kalmadı.

Avrupalılar bir kısmını bizzat öldürdüler, ama çoğu için kurşun harcamalarına gerek kalmadı. Gelenler, binlerce yıllık tarım uygarlığından, evcil bitkilerle, hayvanlarla ve şehirlerde birbirleriyle iç içe yaşamaktan süzülüp gelen taş gibi bağışıklık sistemleriyle, ve kıllı vücutlarının içinde taşıdıkları korkunç mikroplarla geldiler. Palawalar, okları ve mızraklarıyla kendilerini savunabilirlerdi belki, ama mikroplara karşı bir hazırlıkları yoktu. Önü alınamaz salgınlar birbirini izledi, hepsi yok olana kadar. Modern zamanların en korkunç soykırımlarından birinin kurbanı oldular. Bu insanlar, on bin yıldır buradaydı. Altmış yıl içinde yok oldular.

On bin yıl!

Bu soğuk ve küçük ülkede on bin yıl kendi başlarına, dünyanın kalanında geliştirilen tekniklerden habersiz hayatta kalmayı başardılar. Avrupalılar onlarla karşılaştıklarında, şimdiye kadar gördükleri en ilkel topluluk olduklarını düşündüler. Ama kendi coğrafyalarına ait derin bilgileri olmalıydı. O coğrafyada hayatta kalmak için özelleşmiş genleri taşıyor olmalıydılar. İnsanın ne olduğunu ve nasıl insan olduğunu daha iyi anlamamız için bize gösterecekleri bir yol olabilirdi. Buna fırsatları olmadı. Önemli olan sömürgeciliğin sonu gelmez açgözlülüğünü doyurmaktı. Hâlâ olduğu gibi…