26.11.15

Inception Üzerine Bir Not

Inception neden kötüdür biliyor musunuz?

Kısaca söylemek gerekirse, tüm hikayesini bir mantık hatası üzerine kurduğu için...

Christopher Nolan'ın özellikle yeniyetme sinema meraklısı kuşağını ağzı açık bırakan filmi Inception, hikayesinin merkezine, rüyadaki zamanın gerçektekine göre 20 kat hızlı geçmesi gibi bir veriyi alır. Bu bilgi ne derece bilimseldir bilmiyorum, ama önceden de rüya görme dediğimiz şeyin, bizim algıladığımızdan çok daha hızlı olup bittiğini duymuştum. Buna inanmamak için bir neden yok, çünkü gayet mantıklı bir açıklaması da var. Gerçek hayatın hızı, fiziksel varlıkların hızına bağlıdır. Bir yerden bir yere gitme hızı, konuşma hızı, algılama hızı, sinirlerin iletim hızı, hatta ses hızı... Beyin, gerçek dünyaya uyum sağlamak ve konudan kopmamak için çoğu zaman kendini yavaşlatmak zorundadır.

Rüyada ise fiziksel tüm engeller kalkmıştır, rüyanın kendi sanal gerçekliğini beyin kendisi yaratmaktadır ve tabii ki fiziksel hız limitlerine bağlı kalmak gibi bir zorunluluğu yoktur. Kendini yavaşlatmak için bir nedeni de yoktur. Dolayısıyla rüya zamanının beynin tam hızıyla çalışmasına uygun şekilde belirlenmesi akla gayet yakın.

Filmde bir de rüya içinde rüya olayı var, bilirsiniz. Hikayeye göre rüya içinde rüya görüldüğünde, zaman bir 20 kat daha hızlanıyor. Evet ama neden böyle bir şey olsun? Gerçekle rüya arasındaki fiziksel koşul farklılıkları burada söz konusu değildir. Zamanın hızlanması gerçek ortamla sanal ortam arasındaki farkla ilgili olsa gerektir. Rüya içinde rüya, yine aynı sanal ortamda vuku bulacağına göre hızında bir değişme olmasının hiçbir açıklaması yok.

Peki, filmin gerçekliğinde böyle olduğunu kabul edemez miyiz? Bilemiyorum, belki siz edersiniz, ama ben yapamıyorum. Herhalde, bunu yutmak için, rüya zamanının neden daha hızlı olduğuna dair hiçbir fikir yürütmemiş olmak gerekir. Evet, eğer başlangıçtaki veri de tamamen hayal ürünü olsaydı, bir sorun olmazdı. Ama gerçek bir verinin çarpıtıldığını gördüğünüzde tadınız kaçar. Açıkçası bunu fark edip de önemsemeyenleri anlayamıyorum. Belki iki farklı insan türü var, ben ve benzerlerim bunu görmezden gelemeyenleriz, bir de hiç keyfi kaçmayıp patlamış mısırları lüpleten tür var.

Bana Charlie Kaufman'ın senaryo oskarını aldığı Adaptation filminden bir sahneyi hatırlattı. Senarist Charlie, altından kalkamadığı bir uyarlamayla boğuşurken, ikiz kardeşi Donald da senaryo yazmaya merak sarar. Senaryosunu Charlie'ye gösterir. Senaryonun bir yerinde, olaylar öyle bir düğümlenir ki bir karakterin aynı anda iki farklı yerde olması gerekmektedir (ya da öyle bir şey). "Bunu nasıl çözeceksin?" diye sorar Charlie. Donald "özel efektlerle" diye cevap verir. Charlie saçını başını yolar, falan...

İşte öyle. Mantık hatasını özel efektleri kökleyerek çözemezsiniz. Ama bir şekilde yutturabiliyorsunuz gibi görünüyor.

3.11.15

Türk Milleti Zekidir

Başlıktaki önermenin sahibi, devletimizin kurucu lideri Mustafa Kemal Atatürk’le ilgili, Bozkurt kitabında anlatılan bir hikaye vardır. Yazarı şaibeli bir kitabın içeriğine de güven olmayacağını düşünebilirsiniz, ama hikaye aslında Mustafa Kemal’le ilgili herkesin bildikleriyle gayet örtüşüyor. Ayrıntıları yanlış hatırlıyor olabilirim, ana hatlarıyla aşağı yukarı şöyle bir şey:

Batı cephesi komutanı İsmet Paşa, Eskişehir’e yönelen Yunan ordusunu durdurmak ve şehri korumakla görevlidir, ama elindeki kuvvet yaklaşan orduya direnemeyecek kadar zayıftır. Askeri açıdan doğru karar, geri çekilmek ve şehrin işgaline izin vermek gibi görünmektedir. Ama İsmet Paşa, Yunan ordusunun şehirdeki müslüman nüfusa yönelik bir katliama girişeceğinden de endişe etmektedir. Onları tümüyle savunmasız bırakmak ve kaderlerine terk etmek içine sinmemektedir. Bu zorlu kararı kendi başına vermek istemez, başkomutana danışır. Mustafa Kemal karargâha gelir, orduların durumuna şöyle bir bakar ve “geri çekiliyoruz” der. Beş dakika bile tereddüt etmez. Kitapta bu, Mustafa Kemal’in askeri meseleler söz konusu olduğunda insani duyguların (zaafların da diyebiliriz) zerre kadar etkisinde kalmamasına örnek olarak anlatılır. Evet, bazı sivil vatandaşlar ölebilir, ama nihai hedef savaşı kazanmaksa eldeki askerleri ve silahları korumak gerekir, sivilleri değil. Savaşı siviller kazanmayacak. Siviller feda edilebilir. “Ben size savaşmayı değil ölmeyi emrediyorum” diyen de aynı kişidir sonuçta. Yufka yürekli birinin edeceği bir laf değildir bu.

Mustafa Kemal, bu tür kararları verebildiği için büyük bir komutandır. Aynı zamanda iyi bir insan olması gerekmez. Bir kişi aynı anda hem iyi bir asker, hem iyi bir insan olamaz muhtemelen. Şefkatli bir boksör olamayacağı gibi… Bizim için fark etmez. Ulu önderin aynı zamanda pamuk gibi bir kalbi olmasına ihtiyacımız yoktur.

Bir açıdan da böyle kararları tereddütsüz şekilde alabilmek, üstün bir zekaya işaret eder. Bu tarz savaş hikayeleri, hamasi tarih kitaplarında gördüğümüz hikayelere benzemez. Orada şanlı geri çekilmeler, efsanevi sıvışmalar anlatılmaz. Gerçek bir zeka, doğru bir karar vermek için hamasi duyguları bir kenara bırakması gerektiğini bilir. Hamaset, liderin gerektiğinde kullanacağı bir şeydir, etkisinde kalacağı bir şey değil. Tek geçerli kriter vardır; hangi kararın nihai hedefe daha çok hizmet ettiği.

İlkelerinden asla taviz vermemek ve her ne şart altında olursa olsun aynı şeyleri savunmak, bir zeka fonksiyonu değildir. 1 Kasım seçimleri ertesinde, sosyal medyada Aziz Nesin’in seviyesiz özdeyişini tekrarlayan kalın kafalı ulusalcıların anlayamadığı şey bu. Türk milleti zekidir. İktidar, hukuk devletini fiilen ortadan kaldırmış, muhalefeti susturmuş, ülkeyi kan gölüne çevirmiş olabilir. Milletimiz, bunun için çok kızgındır belki. Ama öfkesine yenik düşmeyecek kadar da aklı vardır. Ölçüsüz bir Kürt düşmanlığından başka bir siyasi görüşü olmayan bir sözde muhalefet partisinin tıkadığı bir siyaset sahnesinden çözüm çıkmayacağını görmüştür. Bunlarla uğraşacak zamanı yoktur. Hayat geçip gitmektedir. İşlerin yürümesi lazımdır, piyasa bir an önce açılmalıdır. Daha ev alacaktır, kamyoneti satacaktır, oğluna iş bulacaktır ya da kızını evlendirecektir. Hukuk devleti falan şu an için acil ihtiyaç değildir, feda edilebilir.

Kürtler açısından durum daha da ağır. Başbakan meydanda açıkça “bize oy vermezseniz beyaz toroslar dolaşmaya başlar” demiştir. Kürtler bu mesajı almıştır. Kürt halkı, görülmemiş baskılara direnmiş cesur bir halktır, ama bunu göze alacak kadar değil. Kürt hareketinin mücadelesi ilkesel olarak iyidir hoştur ama canından da kıymetli değildir.

Biz, iktidara muhalif olanlar, bu sonucu beklemiyorduk. Çünkü ancak eğitimle ulaşılabilecek bir salaklıktan muzdaripiz. Herkes gibi bizim de hayatımız geçip gidiyor ama biz işi gücü bırakmış Bilal’in sıfırladığı paralarla falan uğraşıyoruz. Televizyonda tartışma programlarını izleyip sinirden dişlerimizi gıcırdatıyoruz. Zayıf olduğumuzu ve geri çekilmemiz gerektiğini idrak edemiyoruz.

Erdoğan’ı bu milleti gerçekten çok iyi tanıdığı için takdir etmek gerekir. Ağayla savaşa tutuşup sonunda muhtemelen ipe gidecek olan Kibar Feyzo bir tanedir, kalan herkes ağanın arkasında hazırolda durmaktadır. Ve çoğu da Feyzo’dan uzun yaşayacaktır. Erdoğan millete mesajını vermiştir, millet de bunu anlayacak kadar zekidir.

Bu açıdan bakınca anketlerin bu kadar yanılması da anlaşılıyor. Birisi oy vereceğiniz partiyi sorduğunda, gurur duyarak, göğsünüzü gere gere söylemek istersiniz, “aman neme lazım” diyerek oy vereceğiniz partiyi söylemek istemeyebilirsiniz.

Milletin kararına saygı duyma meselesine gelince… Hayır, bence bu tarz bir zekaya saygı duymak zorunda değilsiniz.