29.1.10

Gadjo Dilo

Çingene milletinin en namlı sinemacısı Tony Gatlif’in 1997 filmi “Gadjo Dilo”, merhum babasının en sevdiği kasetteki sesi aramak için yola çıkan Fransız gencin peşinden Romanya Çingenelerinin arasında dolaşır. Stefan, her gördüğü şarkıcıyı, müzisyeni modern cihazıyla kaydeder. Kaset üstüne kaset doldurur, her kasetin üstüne tarihi, kaydedildiği yeri yazar. Babasının kasedindeki sesin sahibini sorar karşılaştıklarına. Kimi hatırlar ama yerini bilmez, kimi başkasıyla karıştırır, kimi habersizdir. Çingenelerde star sistemi yoktur belli ki. Stefan, bir yandan bir çingene kadınıyla turistik aşka düşer. İçer de içer. Sevişir de sevişir. Kaydeder de kaydeder. Babasının ruhunun peşinden koşan bir asi ruhtur o. Hayat bir macera değil midir zaten?

Stefan’ı tatlı rüyasından bir felaket uyandırır. Olay, Manisa Selendi’de bir süre önce yaşanan olayın benzeridir. Bir kahvehanede çıkan kavga, Romanya’nın hakim soyunun linççi reflekslerini gıdıklar. Çingene kampı yakılıp, yıkılır.

Stefan o ana kadar bu insanların hayatını ve müziğini merak etmeye gönül indirmiş “keşfetmek için bakan” lütufkâr batılıdır. Toplumun kenarına itilmiş bu turistik azınlığın gerçek acılarını teninde hissedince, ilk kez onları anlar. O ana kadar içinde yaşadığı vahşi doğa belgeseli, gerçek bir insanlık dramına dönüşmüştür artık. Avatar’ın “gezegen kurtaran kahramanı” değildir o, acıyı yaşamaktan başka elinden hiçbir şey gelmeyen sıradan bir insandır.

Film, finaliyle, “keşfetmek için bakan” batılı gözlere son şamarı yapıştırır. Stefan, özenle kaydettiği bütün o kasetleri kırar, bir çukura doldurur ve daha önce yaşlı bir çingeneden öğrendiği cenaze dansını yapar. Bu kimin cenazesidir? Belki babasının cenazesi. Belki kendi içindeki maceracı kaşifin, gizli sömürgecinin cenazesi. Belki de aynı zamanda Stefan’ın kendisini çingenelerin ona verdiği adla, Gadjo Dilo (Çılgın Yabancı) olarak yeniden vaftiz etmesidir. Gatlif bizi orada bırakır.

Yaşayan en büyük sinemacılardan olan Tony Gatlif’in bütün eserleri şiddetle tavsiye olunur. Aynı zamanda müzisyendir, filmlerinin müziklerini de kendisi yapar, ve bütün filmleri de esasen müzik üzerinedir. Ama müzik de her şey üzerine değil midir zaten?

22.1.10

Palawa Kardeş, Neredesin?

Avustralya’nın güneydoğu ucundan 240 kilometre kadar açıkta bulunan Tasmanya adası, son buzul çağının en buzullu dönemlerinde, deniz seviyesi şimdikinden çok daha aşağıdayken, bir ada değildi, Avustralya kıtasına bağlıydı. İnsanlar, yaklaşık 40 bin yıl önce buraya karadan yürüyerek geldiler ve yerleştiler.

Yükselen deniz seviyesi zaman içinde kıtayla bağlantıyı giderek kopardı. On bin yıl önce, Tasmanya, Avustralya’dan tamamen kopmuştu. Tasmanya’da kalanlar, Avrupalılar gelene kadar, on bin yıl boyunca, insanlığın kalanından izole şekilde burada yaşadılar. Kendilerine Palawa dediler.

Avrupalılar 19. yüzyıl başlarında adaya geldiklerinde adada 8000 civarında Palawa yaşıyordu. Britanya Sömürge İmparatorluğu’nun adaya el koymasından sonra, otuz yıl içinde nüfusları 200’e düştü. Bir otuz yıl daha sonra, 1860’larda, sadece yukarıdaki fotoğraftaki dört Palawa kalmıştı. Sonuncusu 1876’da öldü. Bir kısmı başka adalara nakledilip başka topluluklarla karışarak ya da Avrupalı avcıların köleleri haline gelerek soykırımdan kurtuldular, ama on bin yılın birikimi olan kültürleri ve dilleri tamamen yok oldu.

Avrupalılar gelmeden önce, adada dokuz ayrı lehçe konuşuluyordu. Bazı meraklıların kaydettiği bir kaç cümle ve bir dizi sözcük dışında bu dillerden eser kalmadı.

Avrupalılar bir kısmını bizzat öldürdüler, ama çoğu için kurşun harcamalarına gerek kalmadı. Gelenler, binlerce yıllık tarım uygarlığından, evcil bitkilerle, hayvanlarla ve şehirlerde birbirleriyle iç içe yaşamaktan süzülüp gelen taş gibi bağışıklık sistemleriyle, ve kıllı vücutlarının içinde taşıdıkları korkunç mikroplarla geldiler. Palawalar, okları ve mızraklarıyla kendilerini savunabilirlerdi belki, ama mikroplara karşı bir hazırlıkları yoktu. Önü alınamaz salgınlar birbirini izledi, hepsi yok olana kadar. Modern zamanların en korkunç soykırımlarından birinin kurbanı oldular. Bu insanlar, on bin yıldır buradaydı. Altmış yıl içinde yok oldular.

On bin yıl!

Bu soğuk ve küçük ülkede on bin yıl kendi başlarına, dünyanın kalanında geliştirilen tekniklerden habersiz hayatta kalmayı başardılar. Avrupalılar onlarla karşılaştıklarında, şimdiye kadar gördükleri en ilkel topluluk olduklarını düşündüler. Ama kendi coğrafyalarına ait derin bilgileri olmalıydı. O coğrafyada hayatta kalmak için özelleşmiş genleri taşıyor olmalıydılar. İnsanın ne olduğunu ve nasıl insan olduğunu daha iyi anlamamız için bize gösterecekleri bir yol olabilirdi. Buna fırsatları olmadı. Önemli olan sömürgeciliğin sonu gelmez açgözlülüğünü doyurmaktı. Hâlâ olduğu gibi…

20.1.10

Brave New Lesbian World

Newcastle Üniversitesi’nden Karim Nayernia ve ekibi, kadın kök hücresinden sperm hücresi elde etmeyi başarmışlar. Teorik olarak, bir kadının başka bir kadını dölleyebilmesi yolunda bir adım…

Bu gerçekleştiğinde, lezbiyen çiftler, teknolojik imkanlarla, bir erkeğe ihtiyaç duymadan çocuk sahibi olabilecekler. Ve bu tamamen işlevsel bir eşeyli üreme olacak. Sonra ne olacak?

Heteroseksüel çiftler, olageldiği gibi aşağı yukarı eşit sayıda kız ve erkek çocuk sahibi olacaklar. Ama lezbiyen çiftler sadece ve sadece kız çocuk sahibi olacaklar. Neden? Çünkü her ikisi de XX kromozom çifti taşıyor ve taşakları şekillendirecek Y kromozomu ortamda yok.

Yani bir sonraki nesilde normal çiftlerin (kısa olsun diye normal diyorum) çocukları her iki cinsiyete de eşit dağılmışken, lezbiyen çiftlerin çocukları sadece kız olduğu için, kadın nüfusu, erkek nüfusuna göre biraz daha artmış olacak.

Dahası, eğer lezbiyenliğin genetik bir bileşeni varsa, ki olması muhtemeldir, iki lezbiyenin çocuğunun lezbiyen olma olasılığı, normal çiftlerin çocuklarına göre fazladır. Lezbiyenliğin genlerle bir ilişkisi olmasa bile (eşcinselliğin genetik olup olmadığı çözülebilmiş bir mesele değil), normal çiftlerle aynı sayıda çocuk yaptıkları durumda, çift başına normal çiftlerin iki katı kadar kız çocuk yaparlar. Tabii normal çiftlerin iki katı kadar lezbiyen üretirler.

Hatta lezbiyen çiftlerin normal çiftlerden daha fazla üremesi bile beklenebilir. Çünkü, ikisi aynı anda birbirlerinden hamile kalabilecekleri için, birim zamanda üreme kapasiteleri normal çiftlerin iki katı kadardır. Dokuz ay on günde normal çiftler bir çocuk yapabilirken (ikizler müstesna), lezbiyen çiftler, isterlerse iki çocuk birden yapabilirler. Demek ki, her bir sonraki nesilde lezbiyen çiftler ve lezbiyen çiftleşmeler artacak. Ve lezbiyen çiftler sadece kız çocuk sahibi olduklarına göre, her bir nesilde kadınların oranı artacak.

Biraz daha renklendirelim: Yeni teknoloji başlangıçta pahalı olacağı için, öncelikle zengin kesimlerde yayılması beklenebilir. Bu önü alınamaz kadınlaşma döngüsü, öncelikle hakim sınıflarda yaygınlaşır. Bir süre sonra dünya, lezbiyen elit tarafından yönetilen ilkel insanlardan oluşur hale gelir. Ama teknoloji giderek ucuzlar, ve yoksul sınıflar, hep yaptıkları gibi, zengin sınıfların davranışlarını benimser. Sonunda tüm insanlık lezbiyen olur.

M.S. 3000′li yıllarda, dünya üzerinde kalan bir avuç nafile erkek, şimdiki pandalar gibi özel parklarda, doğal ortamlarında koruma altına alınmıştır. Dışarıdaki dünya ise artık bir lezbiyen cennetidir.

Haydi geçmiş olsun…