26.1.15

Sıraya Dizdin Bizi Zaman


Stephen Hawking’in popüler bilim klasiği “Zamanın Kısa Tarihi”ni yirmi beş yıl gecikmeli olarak okumaktayım şu sıralar. Hawking’in eklemeleri ve Barış Gönülşen’in yeni çevirisi ile tekrar basılmış. Çevirmenin genel olarak iyi bir iş çıkardığını söyleyebilirim. Yalnız, neresinden bakarsam bakayım bir anlamı varmış gibi görünmeyen bazı cümleler de var kitapta. Tabii konu teorik fizik olunca emin olamıyorum, ben de anlamamış olabilirim. Ama bir ihtimal, bazı yerleri Barış da anlamamış olabilir diye düşündüm doğrusu. Olsun, zaten kitabın tamamını anlamayı beklemiyordum. Özellikle kafama takılan bir iki cümleyi not ettim, bir yerlerde karşılaşırsak Orhan Pamuk’a sormayı düşünüyorum (takdir edersiniz ki Stephen Hawking’in kendisine ulaşmak çok daha zor olacaktır).

Kitabın tamamını anlamayı beklemiyordum dediğim gibi, ama tam aklıma yatmadığı için içime dert olan bazı meselelerde yeni bir bakış açısı vermesini de umuyordum. Bir tanesi de zamanın başlangıcı meselesi. Zaman büyük patlama ile başladıysa büyük patlamadan önce ne vardı diye sorası gelir insanın. Bunun klasik cevabı, büyük patlamadan önce diye bir şey olamaz, çünkü büyük patlamadan önce zaman yoktu, zaman olmadığına göre “önce” diye bir şey de yoktu. Buna cevaben aklıma ilk gelen cümle de “nassı yani” oluyor. Zamanın olmaması ne demek? Zaman olmayabilen bir şey mi?

Hawking bu soruya net anlaşılır bir cevap veriyor, herkesi tatmin etmeyebilir ama beni tatmin etti. Büyük patlamanın bir öncesinin olmasıyla olmaması arasında bir fark yoktur çünkü “… bu zamandan daha önce gerçekleşen olaylar varsa da, bunlar bugün olanları etkileyebilecek durumda değiller, varlıkları göz ardı edilebilir, çünkü bunun gözleyebileceğimiz sonuçları olmaz.” Büyük patlama anı, evrendeki tüm varlığın sıfır boyutlu tek bir noktada toplanmış olduğu mutlak bir tekillik anıdır. O varlığa ait, var olması dışında hiçbir bilginin olmadığı bir andır. Bunun öncesinde var olup sonrasına aktarılabilecek herhangi bir bilgi olamaz. Dolayısıyla “büyük patlamadan önce ne vardı” sorusu, gramer açısından doğrudur ama herhangi bir anlam ifade etmez, çünkü bunun cevabının herhangi bir önem arz edeceği bir varlık var olmamıştır. Tuhaf bir düşünce şekli, ama fizikçilerin kafası böyle çalışıyor.

Tabii bu, ilgilisi için teolojik soruları da kışkırtan bir mevzu. Hawking de yeri geldikçe Tanrı ve yaratılış konularına tatlı tatlı değiniyor. Eğer Tanrı her şeyi yarattıysa, zamanı da yaratmış olmalı. Bu da zaman yokken Tanrı var demektir, ama biz zamanın olmamasına ancak mutlak bir hiçlikten başladığında anlam verebiliyorduk. Yani zamanın var olmasından önce var olan ve sonrasını etkileyen bir şey varsa, bunun zamanın var olmasından önce olmasının bir önemi olur. Dolayısıyla eğer “önce” varsa, zaman da var demektir. Oysa zamanın var olmadığı durumdan bahsediyorduk. Paradoksa düşüyoruz. Çözmek için şunu kabul etmek zorundayız: Bir Tanrı varsa, zamanın olmadığı bir durumda var olamaz. Eğer Tanrı hep varsa zaman da hep olmalı. Sanki büyük patlama teorisi, Tanrı’nın başlangıçsızlığı ilkesiyle çelişiyor gibi. Ama Tanrı’nın, büyük patlamadan önce varsa dahi, yapacağı pek bir şey yok, eninde sonunda “vur patlasın” demekten başka. Yani Tanrı olarak ilk etkinliğini gerçekleştirdiği anda zaman da başlamış oluyor, dolayısıyla bu çelişkinin de pek bir önemi kalmıyor.

Zamanı anlamak bir problem, tanımlamak da ayrı bir problem. Özellikle döngüsel olmayan bir tanım yapmak, yani tanımlarken kullandığımız sözcüklerden hiçbirini tanımlamak için zaman kavramını kullanmak zorunda kalmayacağımız bir tanım yapmak neredeyse imkânsız gibi. Bu yüzden, yeni bir sözlük gördüğümde, ciddiyeti ve kalitesi hakkında fikir sahibi olmak için “zaman” maddesine bakmak gibi bir alışkanlığım vardır. Aşağı yukarı diğer her şey zaman kavramı kullanılarak tanımlandığına göre, zaman nasıl tanımlanmıştır acaba? Bazıları özensizdir, mesela evdeki bir İngilizce sözlükte “zaman; saat, dakika ve saniye cinsinden ölçtüğümüz şeydir” diyor. Saat, dakika ve saniye nasıl tanımlanıyor olabilir dersiniz? Tabii ki birer zaman birimi olarak. Döngüsel tanımlama dediğim bu. TDK sözlüğünde de “bir işin, bir oluşun içinde geçtiği, geçeceği veya geçmekte olduğu süre” diyor. Süre ise “bir olayın başı ve sonu arasında geçen zaman parçası” diye tanımlanıyor. Yani “zaman” ve “süre” sözcüklerinin ikisinin de anlamını bilmiyorsanız, bu sözlükten öğrenemezsiniz.

Bu konudaki en kaydadeğer çabayı Pars Tuğlacı’nın görkemli eseri Okyanus Ansiklopedik Sözlük’te gördüm (Türkçe’nin en değerli sözlüklerinin Ermeni yazarların elinden çıkması da ilginçtir). Şöyle diyor: “Olayların ardışıklığını görerek aklımızda yarattığımız ve olayların bundan sonra da içinde olup gideceklerini düşündüğümüz, başı ve sonu olmayan soyut kavram.”

İlginç! Zaman kavramı, daha doğrudan algıladığımız ardışıklığa göre tanımlanıyor. Yani biz öncelikli olarak ardışıklığı, yani olayların birbirinden önce veya sonra olmasını algılarız. Zaman da tüm olayları birbirine göre öncelik-sonralık ilişkisi içine sokabileceğimiz bir eksen işlevi görür. Zaman bizi sıraya dizer başka bir deyişle. Askerde bizi boy sırasına dizmeleri gibi mesela. Boy sırasına girin dendiğinde, boy sırası orada öyle boş duruyor ve biz gidip ona giriyoruz gibi bir durum yoktur. Boy sırası, bizim sıraya girmemizle oluşmaktadır, hiç kimse sıraya girmezse, sıra diye bir şey olmaz. Zaman da bir şeylerin bir şeylerden önce veya sonra olmasıyla oluşmaktadır. Olayların zaman içinde bir öncelik sırası olması da ancak başka olayların nedeni veya sonucu olabildiklerinde bir anlam ifade ediyor. Neden-sonuç ilişkilerinin olmadığı, yani hiçbir olayın bir başkasının nedeni veya sonucu olmadığı bir evrende, hangisinin önce hangisinin sonra olduğunun bir önemi olmazdı. Dolayısıyla olayları sıraya dizmeye de zaman gibi bir kavrama da ihtiyacımız olmazdı.

Kitapta zamanın yönü ile ilgili de bir takım tartışmalar var. Bir bölüm, zamanın neden ileri doğru aktığı ve neden geleceği değil geçmişi hatırladığımız üzerine. Zamanın ileri doğru akması fikri, bana kebapçılarda sık sık karşı karşıya bırakıldığımız zorlu bir tercihi hatırlattı:

– Önden bir çorba alır mıydınız?

Alabilirdik, veya almazdık, alsak da az çorba alırdık, ama neden önden?

Ön, hareket eden cisimler söz konusu olduğunda, hareket ettiği yönde olan anlamına gelir. Hareket etmeyen varlıklarda biraz daha karışık, ama bunlarda da bir tür kişileştirme yapılıyor gibi geliyor bana. Evin önü derken, evin asıl giriş kapısının olduğu, caddeye bakan tarafı kast ediyoruz. O tarafa ön diyor olmamız, insan yüzüyle bir özdeşlik kurmamızdan olabilir, evin ön tarafı bize bakan yüzüdür. Ağacın önü dediğimde, benim nerede bulunduğuma göre anlamı değişebilecek bir şey söylemiş oluyorum. Ağacın önü, ağaçla benim aramda kalan bölgedir, ağacın bana göre diğer tarafı da arkasıdır. Ağacın bir yüzü olsa ve bana bakıyor olsa öyle olurdu çünkü. Bu sadece bir hipotez tabii, üzerinde düşünülebilir. Ama hareket eden cisimler söz konusu olduğunda, “ön” dediğimiz, tartışmasız, hareket ettiği yöndür. Hareket eden varlıklar öne doğru gider.

Bu durumda, az çorba ne açıdan Adana kebabın önünde oluyor? Çünkü zaman ileri doğru akıyorsa, Adana kebap, çorbaya göre zamanın akış yönündedir, yani öndedir, çorba ise arkadadır. Bu durumda garsonun siz sandalyenize yerleşirken “arkadan bir çorba alır mısınız” diye sorması gerekmez mi? (Garsonsanız, yine de, tatsız yanlış anlaşılmalara meydan vermemek adına, geleneksel tabirlerden şaşmamanızı tavsiye ederim).

“Önce” sözcüğü de “ön”den türemiştir. Üstelik bu Türkçe’ye özgü bir durum değil, başka dillerde de “önce” anlamına gelen sözcükler, “ön” anlamına gelen sözcüklerle benzeşiyorlar. Buradan aslında zamanın yönünü nasıl algıladığımız anlaşılıyor. Zaman ileri doğru akmaz, geriye doğru akar. Biz, zamanda ileri doğru gideriz. “Şimdi” dediğimiz an, zaman ekseninde ileri doğru gitmektedir. Eğer “şimdi”yi sabit kabul edersek, zaman da “şimdi”ye göre geriye doğru akıyor demektir. Yani zamanın bir akışı varsa, geriye doğrudur. O yüzden az çorba önde, Adana kebap arkadadır. Çünkü az çorba, hareket eden varlığın, yani zamanın, hareket ettiği yöndedir, yani geçmiştedir. Bizim geleceğe doğru gitmemiz, zamanın geçmişe doğru gitmesi demek oluyor. İnsanoğlu, zamanı ayrı bir kavram olarak tanımlarken, akış yönü konusunda da genel bir yanılgıya düşmüş gibi görünüyor. Stephen Hawking de kitabında, pek çok kez, zamanın ileri doğru aktığından bahsediyor. Bu itiraz karşısında ne derdi acaba? İtiraz fiziksel olmaktan ziyade dilbilimsel olduğu için pek ilgisini çekmeyebilir. Ya da “abi olay zaten karışık, bir de sen bulandırma” diyebilir. Tabii büyük bir olasılıkla kendisine sorma şansı bulamayacağım, ama bir yerlerde karşılaşırsak Orhan Pamuk’a sorabilirim belki.

10.1.15

Charlie

Charlie Hebdo katliamı, 11 Eylül’den çok 2 Temmuz’a benziyor. Fransa’da Sivas katliamı daha bilinir olsaydı, Fransa’nın 2 Temmuz’u diyebilirlerdi. Bunu demekle, 11 Eylül’e göre daha hafif olduğunu söylemiyorum. Tersine, bence bu olay, tüm yüzyılı etkileyecek daha derin bir kırılmanın başlangıcı olabilir. Bunun etkilerini, 11 Eylül’de olduğu gibi, hemen arkasından başlayan savaşlar, işgal edilen ülkeler şeklinde görmeyeceğiz belki. Ama bu, Avrupa’nın güzel düşünülmüş barış ve hoşgörü temelli özel bir projesinin, çokkültürlülüğün sonunun başlangıcı olacak.

Bana bu düşünce konusunda ışık tutan şey, Saadet Partisi Genel Başkan Yardımcısı Birol Aydın’ın sözleri oldu. Aynı minvalde şeyler söyleyen çok sayıda insandan biri… Saldırıyı, elinde herhangi bir belge veya kanıt olduğuna dair bir intiba verme zahmetine dahi girmeden, yeni emperyalist girişimlere zemin hazırlama amacındaki Fransız (derin) devletinin düzenlediğini iddia ettikten sonra, aynı gün Yemen’de de 35 kişinin öldürüldüğünü ama Fransa’da öldürülen 12 kişinin nedense daha büyük yaygara kopardığını söylüyor.

Üzerinde düşünmeye değer. 12 kişinin ölümü mü daha kötüdür, 35 kişinin ölümü mü? Bütün insanları eşit kabul ettiğimize göre ve 35 > 12 olduğuna göre 35 kişinin ölümü daha kötü olmalı. Yoksa bütün insanları eşit kabul etmiyor muyuz? Yoksa bir Fransızın hayatı bir Yemenlininkinden daha mı değerli?

Buna başka bir soruyla cevap verebiliriz. Hint Okyanusu’ndaki tsunamide 200 bin kişinin ölmesi mi daha kötüdür, yoksa kedinizin ölmesi mi? Bu olayın Fransa halkı üzerindeki etkisini anlamak için yol gösterebilir. Bir ölümden, ölen kişinin sizin hayatınızda kapladığı yer ölçüsünde acı duyarsınız. Charlie Hebdo’yu basan iki şerefsiz, 12 kişiyi değil, bir halkın çocukluk anılarını, üniversite kantinlerindeki kahkahalarını, sohbet konularını, fıkralarını, hikayelerini katlettiler. Fransa halkının algısında, bu, bazı insanların bedenlerine değil, bütün bir halkın ruhuna kurşun sıkılmasıdır.

Asıl kırılma ise, Birol Aydın ve benzerlerinin bakış açılarından kaynaklanıyor. Bizim ülkemizde son derece yaygın, muhtemelen diğer müslüman ülkelerde de durum farklı değildir. Açıkça sevinenler, alkış tutanlar bir yana, saldırıyı kınayanlarda dahi bir küçümseme hali yaygın. Hiçbir empati çabası göze çarpmıyor. “Gerçek İslam bu değil” lafının, saldırının acısını yüreğinde duyanlarda hiçbir karşılığının olmadığının farkında değiller. Fransızlar, emin olun, şu sıralar gerçek İslam’ın ne olduğunu hiç merak etmiyor. Gerçek İslam’la gerçek olmayan arasında ayrım yapma çabası, bazı müslümanların, bu saldırının müslümanlara yaşattığı utancı reddedip üste çıkma çabasından başka bir şey değil. Dünya müslümanlarına düşen, ismen de olsa sizinle aynı dine mensup bu caniler adına özür dilemek ve susmaktır. Daha fazlası değil. Ama dünya müslümanları bunu yapmıyorlar. Onun yerine, canilerin mesajını doğrudan ya da dolaylı olarak sahipleniyorlar.

Bunun karşısında İslamofobinin ve aşırı sağın yükselişe geçeceği muhtemelen doğrudur. Ama asıl endişe etmemiz gereken şey o değil. Bununla birlikte, en sağdan en sola kadar tüm siyasal görüşler ve oluşumlar pozisyonlarını yeniden tanımlamak gereği duyacaklar. Charlie Hebdo, Avrupa’nın özgürlükçü sol düşüncesinin bir yüzüydü, aşırı sağın değil. Saldırıya uğrayanlar, düne kadar, müslüman ülkelerden gelenler de dahil olmak üzere göçmenlerin, yoksulların, ezilenlerin hakları için mücadele eden, onları kucaklayacak bir çokkültürlülük projesi için kafa yoranlardı. Batı kültürünün içindeki ırkçılıkla, sömürgeci zihniyetle mücadele edenlerdi. Ama İslam dünyasına öyle bir cehalet hakim ki, kimse bunun ayrımını yapabiliyor gibi gözükmüyor.

Bugünden sonra, Avrupa’da şimdiye kadar sadece aşırı sağdan duyduğumuz bazı şeyleri artık herkesten duyacağız. Artık sosyal demokratlar arasından da ülkelerinin müslümanlardan temizlenmesi gerektiğini söyleyenler çıkmaya başlayacak, belki başka sözcüklerle ama bu anlama gelecek şekilde. Dinsel özgürlüğün anlamı değişecek, inanç özgürlüğü artık o inancın yarattığı potansiyel tehditten bağımsız görülmemeye başlanacak. Dün ırkçılığın türevi olarak kabul edilen bazı kavramlar bu kapsamdan çıkarılacak. Mesela İslamofobi, kelime anlamıyla “İslam korkusu” artık bir ırkçılık türü değil, insanın doğal bir dürtüsü kabul edilmeye başlanacak. Sonuçta ırkçılığın tanımını da Batılılar yapmıştı, biz onların yaptığı tanımları kullanıyoruz. Onlar tanımı değiştirdiğinde biz de yeni tanımına ırkçılık demeye başlarız.

Peki, bu saldırı, gerçekten de, bütün bu etkiler hesap edilerek, emperyalist hedefleri olan gizli güçler tarafından, müslümanların üzerine yıkılmak için organize edilmiş olabilir mi? İşin doğrusu, bunun pek bir önemi yok. Önemli olan, müslümanların bu vahşet karşısında saldırıya uğrayanlarla bir gönül birliği içine girmeye ne kadar istekli oldukları. Şimdiye kadar pek istekli gibi görünmüyorlar.