Örümcek Adam çizgiromanında “ağ fırlatıcı” denen bir alet vardır. Örümcek Adam’ın gökdelenlere ağ fırlatarak havada uçarcasına ilerlemesini sağlayan şey… Süper güçlerinden tamamen bağımsız olarak, kendisinin icat ettiği bir mühendislik harikasıdır. Örümcek olmakla kalmaz, aynı zamanda mucittir yani. Arada ağ fırlatıcıların içindeki ham madde biter, Örümcek Adam maceranın kalanını ağ desteği olmadan, sadece hoplayıp zıplayarak tamamlar. Çizgiromanı ilk okuduğum zamanlar, “ne saçma” demiştim kendi kendime, bunu da süper güçlerinden birisi yapsaymışlar ya! Nitekim, Sam Raimi’nin film uyarlaması üçlemesinde burası değiştirilmişti, ağlar, gayet isabetli bir kararla, kendi vücudundan çıkan şeyler, yani örümceklik halinin bir uzantısı haline getirilmişti.
Bu ağın var olduğu bir dünyada, bir çok şey farklı olurdu. İncecik bir ipliği Örümcek Adam’ı taşıyabiliyorsa, biraz daha kalını, gemilere yüklenen konteynerleri falan taşıyabilir mesela. Üstelik fazla maliyetli bir şey de olmasa gerek, örümceklikten pek bir ek gelir sağladığını görmediğimiz Peter Parker, kendi imkanlarıyla bunlardan bol miktarda elde edebildiğine göre. Bunlar bir yana, her biri mucizevi olan iki ayrı özelliğin, birbirinden bağımsız olarak aynı kişide bulunması, inandırıcılığı yerle bir ediyor. Örümcek Adam’da inandırıcılık mı arayacağız diyebilirsiniz, ama öyle olmuyor. Peter Parker’ın radyoaktif bir örümcek tarafından ısırılıp süper güçlere kavuştuğuna inanırız (mecburen). Bir üniversite öğrencisinin olağanüstü esneklik ve dayanıklılığa sahip bir madde icat etmesine de inanabiliriz, ama bu ikisinin aynı kişi olması fazla gelir. Olasılık meselesi… Doktor House’da tekrarlanan bir temayı getiriyor akla. Dizinin, seyircinin genelde yarım kulakla dinlediği tıbbi tartışmaları, bir tahtaya alt alta belirtilerin yazılması ve bunların hepsini birden açıklayan rahatsızlığın ne olabileceğine kafa patlatılması şeklindedir. Arada, bazen, ekipten biri, iki ayrı belirtiyi iki ayrı az rastlanır hastalıkla açıklamaya kalkar. House hemen itiraz eder, her biri milyonda bir rastlanan iki hastalığın birbirinden bağımsız olarak aynı kişide bulunması, trilyonda bir ihtimaldir, üzerinde bir saniye bile düşünmeye değmez.
Bilimkurgu dediğimiz şeyin, kurguladığı bilimsel şeyin gerçekten bilime uygun olması gibi bir derdi yoktur. Hatta nasıl çalıştığını anlatma gibi bir zorunluluğu da yoktur. Ama herhangi bir hikayenin inandırıcı olması için gereken kurallar, bilimkurgunun bilimsel zımbırtıları için de geçerli. Kadının kocasının patronunun, aynı zamanda üvey annesinin eski kocası olduğuna inanabilirsiniz, ama bir de İsmet İnönü’nün torunu çıkarsa, “yok artık” dersiniz. Öyle bir şey…
Film veya televizyonda olduğunda, kurgulanan bilimin inanılabilir olduğu kadar görülebilir de olması gerekiyor. Bu konuda en çok zorluğu çıkaran alet de, tuhaftır, bilgisayardır. Tuhaftır diyorum, çünkü en cafcaflı görsel efektler bilgisayarla yapılıyor. Ama bilgisayarın çalışmasının pek görsel bir tarafı yoktur. Bilgisayarın çalışmakta olduğunu görmemiz gereken sahnelerde, filmciler, bir görselleştirmeye ihtiyaç duyarlar. Mesela, DNA analizi yapan bir program çalışırken, illâ ki ekrana kendi çevresinde dönen üç boyutlu DNA sarmalı animasyonu gelir. Aslında bu görüntü, bilgisayarın yaptığı işe hiçbir katkı sağlamadığı gibi, ekstra yük getirir. Ama film seyircisinin “please wait” yazan bir ekranı seyretmek istemeyeceği düşünülür, bilgisayarın ne iş yaptığını görmesi gerekir.
Bu konudaki en ilginç örneklerden biri “veritabanı araştırması” görüntüleridir. Bir yüz fotoğrafının, ya da parmak izinin veritabanına kayıtlı örnekler arasından sorgulanması esnasında, bilgisayar ekranının bir yarısında aradığımız örnek bulunurken, diğer yarısından da hızlıca veritabanına kayıtlı örnekler birbiri ardına görünür. Bir yandan DNA sarmalındaki problem burada da vardır, bilgisayar karşılaştırmayı arka planda yapar, tutmayan örnekleri ekrana getirmesi ekstra bir yükten başka bir şey değildir. Ama daha tuhaf olanı, bu görüntüden anladığımız kadarıyla, parmak izi veritabanı, tek tek bakılarak, yani veritabanı tabiriyle söylersek “full scan” ile sorgulanmaktadır. Ve nasıl oluyorsa, aradığımız örnek, her seferinde, ekrana gelen ilk yirmi, bilemedin elli örnek içinde bulunur. Halbuki bu veritabanında milyonlarca parmak izi kayıtlı olmalıdır, teker teker bakmakla biraz zor biter. Gerçekçi bir senaryoda kahramanlarımız işlemi başlattıktan sonra ayrılırlar, orada beklemelerine gerek yoktur. Birkaç gün sonra, müsait olduklarında tekrar uğrayıp bakarlar, belki sonuç alınmıştır. Bu arada belki iki tek atarlar, iki çift lafın belini kırarlar. Ama bunlar tabii büyük olasılıkla işten başka bir şey düşünmeyen, gecesi gündüzüne karışmış Amerikan polisleridir. Onların yapacağı muhabbetten de hayır gelmez, işten başka konuşacak şeyleri yoktur. Hatta söyleceyecekleri bitince, parasını peşin verdikleri içkiyi de orada bırakır, çıkıp giderler, insanın tepesini attırırlar. Bu ne aceledir, ne telaştır, madem içmeyecektin niye ziyan ediyorsun?
Neyse, dağıtmayalım, sözün özü, bilimkurgu yazıyor olmanız, her şeyi uydurabileceğiniz anlamına gelmez, kendi kurguladığınız gerçekliğe sadık kalmalısınız ve matematiğe ihanet etmemelisiniz. Bu arada, bırakınız, bilgisayarlar, kimseyi rahatsız etmeden, arka planda çalışsınlar.
15.11.13
22.8.13
Bırak Perdesiz Kalsın
Bit pazarından bir perdesiz gitar aldım. Önce elime alıp şöyle bir gözden geçirdim, tuhaf kokusu bir yana fena görünmüyordu. Çekinerek fiyatını sordum, “otuz lira istiyorum” dedi adam. Bir an için, burada adet olduğu üzere pazarlık yapmayı aklımdan geçirdim, ama çekindiğim seviyelerin o kadar altındaydı ki, ayıp olacaktı. “Yirmi dokuz olmaz mı” dedim, usulen. Güldü. Parayı verdim, gitarı aldım.
Üst iki tel eksik, kalan dördünden de ikisi ters yerlere takılmış. Tellerini tamamlayınca fena olmayacağını umuyorum. Üstelik Tünel'deki bazı dükkanlarda bulabileceğiniz gibi, çıkartılmış perdelerinin bıraktığı boşluk macunla, ya da bilmem hangi bir karışımla doldurulmuş değil. Yani önceden var olan perdeleri çıkarılmış gibi durmuyor. Perdeleri olan bir gitardan, muhtemelen klavye kısmı değiştirilerek yapılmış. Yalnız gerçekten çok kötü kokuyor, o kokuyu nasıl gidereceğimi bilmiyorum henüz.
Perdesiz gitar yapmanın en kolay ve ucuz yolunun, perdeli bir gitarın perdelerini çıkarmak olması ne kadar tuhaf. Önce, başlangıçta perdesi olmayan bir sapa perdeler takılır, daha sonra başka biri tarafından bu perdeler çıkarılır. Başlangıçta hiç takılmasa daha kolay olmaz mı, diye düşünür insan. Ama işin ilk kısmı, Çin’de ya da Kore’de, günde on bin tane gitar çıkaran bir fabrikada yapılır, ikinci kısmı Tünel civarında bir ustanın küçük dükkanında. Perdesi takılmamış bir gitar sapı bulmak, perdeli bir gitar bulmaktan daha pahalıya gelir. Dünya kapitalizminin tuhaf bir tezahürü.
Perdesiz gitarın çok da meraklısı değilim aslında. Sesi boğuktur, fazla kibardır bana göre, ben gitarın komşuyu polise telefon ettirenini severim. Ama evde bir tane bulunmasını hep istemişimdir. Bilirsiniz, standart gitar, makam sisteminin ihtiyaç duyduğu sesleri karşılamaz, Türk müziğiyle (ya da genel olarak Ortadoğu müziğiyle diyelim) ilgileniyorsanız, gitar sizin için yeterli değildir. Ben perdeleri türk müziğine göre bağlanmış perdeli çalgıları tercih ederim, lavta, tanbur ya da bağlama gibi. Ama perdesiz gitar, kendine özgü tınısı yüzünden ilginç. Daha önce karizmatik luthier Rıfat Türen’in standart elektro gitardan dönüştürerek yaptığı bir perdesiz elektroyu denemiş ve çok etkilenmiştim, ama fiyatı biraz ağır gelmişti. Konuştuğum bir başka usta da perdeli klasik gitarı perdesize dönüştürmekte uzmanlaşmış zaman içinde. Diyordu ki: “Erkan Oğur iki konser verir, arkasından on genç gelip gitarlarının perdelerini söktürür, sonra arkası kesilir. Sonra Erkan Oğur iki konser daha verir, on genç daha gelir”. Erkan Oğur'un, belki şu anda tam olarak kavranamayan, böyle eşsiz bir etkisi vardır. Gitarı ağlatır, dinleyeni anlatır, belki kendisi de ağlar içinden. Memlekette kimbilir kaç gencin evinde birer perdesiz gitar vardır şimdi. Birçoğu bir kenara atılmıştır. Sesinin sönümlülüğü yüzünden hayalkırıklığına uğrar çoğu. Ama Erkan Oğur tarzının takipçisi diyebileceğimiz bir dizi genç perdesiz gitarist de var; Cenk Erdoğan, Sinan Cem Eroğlu (aynı zamanda kaval üstadıdır), Uğur Varol, Ali Saran gibi...
Perde, sadece telin “doğru” noktadan tınlamasını sağlamaz, sert bir perdeye yaslanan tel, daha uzun süre, daha yüksek sesle ve daha zengin bir tınıyla titreşir. Perdesiz gitarın sesi azdır ve çabuk söner. Çoğu perdesiz gitarist, Erkan Oğur da dahil, sesin süresini arttırmak için amplifikasyon kullanır. Bunu bilmeyen pek çok meraklı, gitarlarını bozdurduklarıyla kalıyor olabilirler.
Erkan Oğur’un özgeçmişinde, bazı kaynaklarda, perdesiz gitarı icat ettiği gibi bir cümle geçiyor. İcat tabiri perdesiz gitar için biraz fazla iddialı. Yani perdeleri takılmadan önce perdesizdi zaten bu alet. Saatli radyoya icat demek gibi bir şey. Ayrıca ud diye bir çalgı var, gitara çok benzer ve perdesizdir. Perdesiz gitar yerine, arkası düz, iki boğumlu, altı tek telli ud da denilebilirdi (pek pratik olmazdı tabii).
Ud tekniği gitar tekniğine benzer, zaten gitarın atası sayılan bir çalgıdır. Udun tel uzunluğu biraz daha kısadır, sapı daha dardır, dolayısıyla telleri birbirine daha yakındır, ve en kalın tel hariç, çiftler halindedir. Sesin sönümlülüğü aynıdır aşağı yukarı, çift telden ve oval gövdesinden dolayı ses rengi biraz daha zengindir. Yapısal farklılıkların ayrıca iki önemli sonucu daha vardır: Perdesiz gitar, sapın daha geniş ve uzun olması nedeniyle çoksesli renklendirmelere (akor ve arpejlere) daha uygundur. Ve perdesiz gitarda, tellerin tekli olmasından dolayı perdesiz gitaristlerin severek kullandığı portamento (kaydırma) tekniğini kullanmak daha kolaydır.
Portamento, perdesiz gitar tınısının temel özelliğidir. Ses, bir notadan diğerine akarak gider, aradaki tüm ses sürekliliğinden geçer yol boyunca. Sanki normal gitarın bize kapadığı, duymamızı istemediği, arada kalan tüm sesleri serbest bırakmış izlenimi verir. Bir özgürlük yanılsaması diyebiliriz. Yanılsamadır, çünkü, mesela, kaydırmak yerine, arada kalan ve çalınan makamın kabul etmeyeceği bir yere basmak, bize hiç böyle özgürlük hissi vermez, ya da kaldırımda yürürken boka basmak ne kadar özgürlükse o kadar bir özgürlük olur bu (boka basmak özgürlükse, özgürüz ikimiz de). Neyse, cıvıtmayalım, anladınız meseleyi, müzik her zaman disiplin içerir. Tüm sanat dalları için geçerli büyük olasılıkla. Tersini düşünmeye çalışıyorum, aklıma en uç örnek olarak “Japon gürültüsü” denen tuhaf müzik türü geliyor. Ama onda bile bir disiplin var sanki. Perdesiz gitarist, bir notadan diğerine kayarak gitse de durduğu yerler bellidir ve kesindir. Hatta usta bir gitaristin elinde, perdeli gitardakinden daha kesindir. Kaydırma işin şekeridir.
Şimdi yeni teller takıp, kendisi fazlasıyla eski, ama benim için yeni perdesiz gitarımı denemek için sabırsızlanıyorum. Bir ihtimal, diğer hevesli gençler gibi bir süre tıngırdattıktan sonra bir kenara koyacağım, ya da bir sesten diğerine kayarak gitmenin cazibesi beklediğimden daha çok etkileyebilir beni. Yalnız şu koku konusunda bir şeyler yapmam lazım. Deodorant mı sıksam?
Üst iki tel eksik, kalan dördünden de ikisi ters yerlere takılmış. Tellerini tamamlayınca fena olmayacağını umuyorum. Üstelik Tünel'deki bazı dükkanlarda bulabileceğiniz gibi, çıkartılmış perdelerinin bıraktığı boşluk macunla, ya da bilmem hangi bir karışımla doldurulmuş değil. Yani önceden var olan perdeleri çıkarılmış gibi durmuyor. Perdeleri olan bir gitardan, muhtemelen klavye kısmı değiştirilerek yapılmış. Yalnız gerçekten çok kötü kokuyor, o kokuyu nasıl gidereceğimi bilmiyorum henüz.
Perdesiz gitar yapmanın en kolay ve ucuz yolunun, perdeli bir gitarın perdelerini çıkarmak olması ne kadar tuhaf. Önce, başlangıçta perdesi olmayan bir sapa perdeler takılır, daha sonra başka biri tarafından bu perdeler çıkarılır. Başlangıçta hiç takılmasa daha kolay olmaz mı, diye düşünür insan. Ama işin ilk kısmı, Çin’de ya da Kore’de, günde on bin tane gitar çıkaran bir fabrikada yapılır, ikinci kısmı Tünel civarında bir ustanın küçük dükkanında. Perdesi takılmamış bir gitar sapı bulmak, perdeli bir gitar bulmaktan daha pahalıya gelir. Dünya kapitalizminin tuhaf bir tezahürü.
Perdesiz gitarın çok da meraklısı değilim aslında. Sesi boğuktur, fazla kibardır bana göre, ben gitarın komşuyu polise telefon ettirenini severim. Ama evde bir tane bulunmasını hep istemişimdir. Bilirsiniz, standart gitar, makam sisteminin ihtiyaç duyduğu sesleri karşılamaz, Türk müziğiyle (ya da genel olarak Ortadoğu müziğiyle diyelim) ilgileniyorsanız, gitar sizin için yeterli değildir. Ben perdeleri türk müziğine göre bağlanmış perdeli çalgıları tercih ederim, lavta, tanbur ya da bağlama gibi. Ama perdesiz gitar, kendine özgü tınısı yüzünden ilginç. Daha önce karizmatik luthier Rıfat Türen’in standart elektro gitardan dönüştürerek yaptığı bir perdesiz elektroyu denemiş ve çok etkilenmiştim, ama fiyatı biraz ağır gelmişti. Konuştuğum bir başka usta da perdeli klasik gitarı perdesize dönüştürmekte uzmanlaşmış zaman içinde. Diyordu ki: “Erkan Oğur iki konser verir, arkasından on genç gelip gitarlarının perdelerini söktürür, sonra arkası kesilir. Sonra Erkan Oğur iki konser daha verir, on genç daha gelir”. Erkan Oğur'un, belki şu anda tam olarak kavranamayan, böyle eşsiz bir etkisi vardır. Gitarı ağlatır, dinleyeni anlatır, belki kendisi de ağlar içinden. Memlekette kimbilir kaç gencin evinde birer perdesiz gitar vardır şimdi. Birçoğu bir kenara atılmıştır. Sesinin sönümlülüğü yüzünden hayalkırıklığına uğrar çoğu. Ama Erkan Oğur tarzının takipçisi diyebileceğimiz bir dizi genç perdesiz gitarist de var; Cenk Erdoğan, Sinan Cem Eroğlu (aynı zamanda kaval üstadıdır), Uğur Varol, Ali Saran gibi...
Perde, sadece telin “doğru” noktadan tınlamasını sağlamaz, sert bir perdeye yaslanan tel, daha uzun süre, daha yüksek sesle ve daha zengin bir tınıyla titreşir. Perdesiz gitarın sesi azdır ve çabuk söner. Çoğu perdesiz gitarist, Erkan Oğur da dahil, sesin süresini arttırmak için amplifikasyon kullanır. Bunu bilmeyen pek çok meraklı, gitarlarını bozdurduklarıyla kalıyor olabilirler.
Erkan Oğur’un özgeçmişinde, bazı kaynaklarda, perdesiz gitarı icat ettiği gibi bir cümle geçiyor. İcat tabiri perdesiz gitar için biraz fazla iddialı. Yani perdeleri takılmadan önce perdesizdi zaten bu alet. Saatli radyoya icat demek gibi bir şey. Ayrıca ud diye bir çalgı var, gitara çok benzer ve perdesizdir. Perdesiz gitar yerine, arkası düz, iki boğumlu, altı tek telli ud da denilebilirdi (pek pratik olmazdı tabii).
Ud tekniği gitar tekniğine benzer, zaten gitarın atası sayılan bir çalgıdır. Udun tel uzunluğu biraz daha kısadır, sapı daha dardır, dolayısıyla telleri birbirine daha yakındır, ve en kalın tel hariç, çiftler halindedir. Sesin sönümlülüğü aynıdır aşağı yukarı, çift telden ve oval gövdesinden dolayı ses rengi biraz daha zengindir. Yapısal farklılıkların ayrıca iki önemli sonucu daha vardır: Perdesiz gitar, sapın daha geniş ve uzun olması nedeniyle çoksesli renklendirmelere (akor ve arpejlere) daha uygundur. Ve perdesiz gitarda, tellerin tekli olmasından dolayı perdesiz gitaristlerin severek kullandığı portamento (kaydırma) tekniğini kullanmak daha kolaydır.
Portamento, perdesiz gitar tınısının temel özelliğidir. Ses, bir notadan diğerine akarak gider, aradaki tüm ses sürekliliğinden geçer yol boyunca. Sanki normal gitarın bize kapadığı, duymamızı istemediği, arada kalan tüm sesleri serbest bırakmış izlenimi verir. Bir özgürlük yanılsaması diyebiliriz. Yanılsamadır, çünkü, mesela, kaydırmak yerine, arada kalan ve çalınan makamın kabul etmeyeceği bir yere basmak, bize hiç böyle özgürlük hissi vermez, ya da kaldırımda yürürken boka basmak ne kadar özgürlükse o kadar bir özgürlük olur bu (boka basmak özgürlükse, özgürüz ikimiz de). Neyse, cıvıtmayalım, anladınız meseleyi, müzik her zaman disiplin içerir. Tüm sanat dalları için geçerli büyük olasılıkla. Tersini düşünmeye çalışıyorum, aklıma en uç örnek olarak “Japon gürültüsü” denen tuhaf müzik türü geliyor. Ama onda bile bir disiplin var sanki. Perdesiz gitarist, bir notadan diğerine kayarak gitse de durduğu yerler bellidir ve kesindir. Hatta usta bir gitaristin elinde, perdeli gitardakinden daha kesindir. Kaydırma işin şekeridir.
Şimdi yeni teller takıp, kendisi fazlasıyla eski, ama benim için yeni perdesiz gitarımı denemek için sabırsızlanıyorum. Bir ihtimal, diğer hevesli gençler gibi bir süre tıngırdattıktan sonra bir kenara koyacağım, ya da bir sesten diğerine kayarak gitmenin cazibesi beklediğimden daha çok etkileyebilir beni. Yalnız şu koku konusunda bir şeyler yapmam lazım. Deodorant mı sıksam?
6.8.13
Aşk ve Gurur
Meşhur Gattaca filminden bir sahne: Polis, bir cinayetin işlendiği uzay araştırmaları şirketinde soruşturma yürütüyor, şirketin görevlisi de polise bilgi veriyor; çalışanların potansiyellerini tespit edip ona uygun işlerde görevlendirdiklerini söylüyor. Polis soruyor:
– Peki ya biri potansiyelini aşarsa?
– Hiç kimse potansiyelini aşamaz.
– Ama ya aşarsa?
– O zaman en başta potansiyelini yanlış belirlemişiz demektir.
Filmin hikâyesi ve ana fikri, polisi haklı çıkarır nitelikte, müdür, filmin salağı pozisyonunda. Hikâye, genlerden her şeyin okunabildiği bir çağda, genetik olarak çok zayıf karakterin kendini aşması falan üzerine. Göz yaşartıcı başarı hikâyelerini herkes sever; hayatın ona çıkardığı bütün engellere karşı azimle, hiç vazgeçmeden, hiç tereddüt etmeden, koyduğu hedefe ulaşmak için her şeyi yapan ve sonunda başaran kahramanın hikâyesi… Halbuki bu aynı zamanda bir ruh hastasının profilidir. Hayatı sağlıklı ve huzurlu yaşamak isteyen birinin ilk öğrenmesi gereken şey şudur: Fazla kasmayacaksın. Olmuyorsa olmuyordur.
Neyse, asıl değinmek istediğim şey; bu tür hikâyelerde, sözcüklerin anlamını çarpıtarak oradan bir edebi sanat üretmek alışkanlığı. Şirketin müdürü haklıdır. Kimse potansiyelini aşamaz, çünkü potansiyelin tanımı budur. Eğer size potansiyelini aşıyor gibi görünüyorsa, potansiyelini yanlış tahmin etmişsiniz demektir. Böyle düşünmeyi severim. Sözcüklerin doğru kullanılmasını isterim, anlamları çarpıtıldığında kızarım (cidden).
Reklamcılar da aynı anlam çarpıtmasına sık sık başvururlar. Yakın zamanda oynayan Hülya Avşar’lı bir reklam vardı, herkese ayrıcalıklı hizmet verdiğini iddia eden bir bankanın reklamı. Herkese ayrıcalık mı? Pardon, ayrıcalık ne demekti acaba? Herkes ayrıcalıklıysa hiç kimse ayrıcalıklı değildir. Hülya Avşar da tuhaf bir şekilde, özetle, kendisine, diğer bankaların muhtemelen yaptığı özel muameleyi yapmayacağını açıkça söyleyen bu bankayı çok seviyordu. Neden? Salak mı? Ana fikri Hülya Avşar’a özel muamele yapılmayacağı olan bir reklamda, Hülya Avşar’ın bu duruma çok sevinmesi değil biraz bozuk atması daha iyi bir hikaye olmaz mıydı? Mesela Hülya Avşar bankada gördüğü ilgiden çok memnundur ve bir arkadaşına anlatıyordur, bu ilginin ona özel olduğunu düşünerek. Arkadaşı da der ki “ooo, onlar herkese öyle davranıyorlar”, Hülya Avşar da bozulur. Daha güzel değil mi?
Neyse, konumuza dönelim. Konumuzun ne olduğu da tam belli değil galiba. Şöyle diyebiliriz; bazı eserlerde dramatik etki yaratma amacıyla sözcüklerin anlamının çarpıtılması ve bunun beni ne kadar sinirlendirdiği… Uzay Yolu dizisine saygım sonsuzdur, ilk iki nesilden sonrasını pek takip edememiş olsam da. Hikâye dönüp dolaşıp mantık-duygu çelişkisine gelir. Kaptan Kirk ve Mister Spock arasındaki tartışma da, Kaptan Picard ile Teğmen Data arasındaki tartışma da hep buna yol alır: Mantık mı, duygular mı? Oysa hikâyelerin çoğunda, duygular diye sunulan şey düpedüz mantıksızlıktan başka bir şey değildir.
Mesela çok tipik bir Kirk-Spock çelişkisi şöyle bir şeyden çıkar: Birileri büyük tehlikededir, Kirk çok riskli bir hareket yaparak onları kurtarmayı düşünür, bu arada gemiyi ve diğer herkesin hayatını tehlikeye atacaktır. Spock da bunun çok “mantıksız” olduğunu söyleyerek karşı çıkar. Ama Kirk yine de bildiğini okur. Bu arada şunu da söylemek gerek, söz konusu riski azaltmak için yapabileceği hiçbir şey yoktur, tamamen şansına güvenmektedir. Sonunda ne olur? Kirk “cesareti” sayesinde herkesi kurtarır. Ve sonunda Spock ile mantık-duygu çelişkisi üzerine kapanış konuşmasını yaparlar. Peki Kirk’i başarıya ulaştıran şey duygular mıdır? Hayır. Senaristlerdir. Kirk bilmemkaç sezon boyunca hep bu riskleri alır ve hep kazanır. Birisi tavlada bu kadar şanslı olsa zarların hileli olduğunu düşünürdünüz. Ama televizyonda görünce inanmayı tercih edebiliyoruz.
Neyse, tabii ki bu, Uzay Yolu’nun güzelliğinden bir şey götürmez, yine de bizi bazı meseleler hakkında düşündürmeyi başarır.
Acaba mantık ile duygular arasında gerçekten bir çelişki var mıdır? İkisinin farklı şeyler söylediği ve bizi zorlayan durumlar oluşturdukları bir gerçektir. Benim hayatımda genellikle şu şekilde zuhur ediyor: Şu hayatı mümkün olduğunca nezih bir şekilde yaşamak ve yakın veya uzak bir gelecekte sefalete düşmemek için yapılması gereken şeyleri yapmak (mantık) ya da hiçbir şey yapmamak (duygular)…
Duygu dediğimiz şey nedir? Hormonlar tarafından düzenlendiğini az çok biliyoruz, onlar da genler tarafından düzenlenir, onları da evrimsel süreç belirler. Yani evrimin mantığını yansıtırlar, hayatta kalmak ve soyunu sürdürmek açısından anlamlı olmasalar orada olmazlar.
Yani o da bir mantıktır aslında, genlere kazınmış ve çok net bir hedef için sınanmış stratejiler içeren sağlam bir mantığa dayanmaktadır.
Bizim mantık dediğimiz şey ise, fani ömrümüzde öğrendiğimiz şeyler ve onun üzerinde yaptığımız hesap-kitaptır.
Peki hangisi üstündür? Bu ikisi arasındaki çelişkiyi nasıl çözeceğiz?
İkisinin de güçlü ve zayıf noktaları vardır. İnsan türünün yaşadığı çevrenin ve yaşam şeklinin, herhangi bir evrimsel adaptasyonun mümkün olamayacağı kadar kısa bir süre içinde köklü değişikliklere uğradığı bir gerçektir. Duygularımız bize son yüz bin yıldır aşağı yukarı aynı şeyleri söylüyor olsalar gerektir, halbuki yüz bin yıl öncesinden çok farklı bir ortamda yaşıyoruz. Mantık ise, yaşadığımız çağa ait en güncel bilgileri içerir ve değişen ortama çok çabuk uyum sağlar.
Öte yandan, duygular güncel olmasalar da, çok sıkı test edilmişlerdir ve kadim durumlar için çok etkilidirler. Oysa hesap-kitapta hata çok olur ve öğrendiğimizi sandığımız şeylerin, yani üzerine mantık yürüttüğümüz verilerin, kayda değer bir kısmı yalan veya yanlıştır (bir çoğunu okulda öğrendiğimizi düşünürsek).
– Peki ya biri potansiyelini aşarsa?
– Hiç kimse potansiyelini aşamaz.
– Ama ya aşarsa?
– O zaman en başta potansiyelini yanlış belirlemişiz demektir.
Filmin hikâyesi ve ana fikri, polisi haklı çıkarır nitelikte, müdür, filmin salağı pozisyonunda. Hikâye, genlerden her şeyin okunabildiği bir çağda, genetik olarak çok zayıf karakterin kendini aşması falan üzerine. Göz yaşartıcı başarı hikâyelerini herkes sever; hayatın ona çıkardığı bütün engellere karşı azimle, hiç vazgeçmeden, hiç tereddüt etmeden, koyduğu hedefe ulaşmak için her şeyi yapan ve sonunda başaran kahramanın hikâyesi… Halbuki bu aynı zamanda bir ruh hastasının profilidir. Hayatı sağlıklı ve huzurlu yaşamak isteyen birinin ilk öğrenmesi gereken şey şudur: Fazla kasmayacaksın. Olmuyorsa olmuyordur.
Neyse, asıl değinmek istediğim şey; bu tür hikâyelerde, sözcüklerin anlamını çarpıtarak oradan bir edebi sanat üretmek alışkanlığı. Şirketin müdürü haklıdır. Kimse potansiyelini aşamaz, çünkü potansiyelin tanımı budur. Eğer size potansiyelini aşıyor gibi görünüyorsa, potansiyelini yanlış tahmin etmişsiniz demektir. Böyle düşünmeyi severim. Sözcüklerin doğru kullanılmasını isterim, anlamları çarpıtıldığında kızarım (cidden).
Reklamcılar da aynı anlam çarpıtmasına sık sık başvururlar. Yakın zamanda oynayan Hülya Avşar’lı bir reklam vardı, herkese ayrıcalıklı hizmet verdiğini iddia eden bir bankanın reklamı. Herkese ayrıcalık mı? Pardon, ayrıcalık ne demekti acaba? Herkes ayrıcalıklıysa hiç kimse ayrıcalıklı değildir. Hülya Avşar da tuhaf bir şekilde, özetle, kendisine, diğer bankaların muhtemelen yaptığı özel muameleyi yapmayacağını açıkça söyleyen bu bankayı çok seviyordu. Neden? Salak mı? Ana fikri Hülya Avşar’a özel muamele yapılmayacağı olan bir reklamda, Hülya Avşar’ın bu duruma çok sevinmesi değil biraz bozuk atması daha iyi bir hikaye olmaz mıydı? Mesela Hülya Avşar bankada gördüğü ilgiden çok memnundur ve bir arkadaşına anlatıyordur, bu ilginin ona özel olduğunu düşünerek. Arkadaşı da der ki “ooo, onlar herkese öyle davranıyorlar”, Hülya Avşar da bozulur. Daha güzel değil mi?
Neyse, konumuza dönelim. Konumuzun ne olduğu da tam belli değil galiba. Şöyle diyebiliriz; bazı eserlerde dramatik etki yaratma amacıyla sözcüklerin anlamının çarpıtılması ve bunun beni ne kadar sinirlendirdiği… Uzay Yolu dizisine saygım sonsuzdur, ilk iki nesilden sonrasını pek takip edememiş olsam da. Hikâye dönüp dolaşıp mantık-duygu çelişkisine gelir. Kaptan Kirk ve Mister Spock arasındaki tartışma da, Kaptan Picard ile Teğmen Data arasındaki tartışma da hep buna yol alır: Mantık mı, duygular mı? Oysa hikâyelerin çoğunda, duygular diye sunulan şey düpedüz mantıksızlıktan başka bir şey değildir.
Mesela çok tipik bir Kirk-Spock çelişkisi şöyle bir şeyden çıkar: Birileri büyük tehlikededir, Kirk çok riskli bir hareket yaparak onları kurtarmayı düşünür, bu arada gemiyi ve diğer herkesin hayatını tehlikeye atacaktır. Spock da bunun çok “mantıksız” olduğunu söyleyerek karşı çıkar. Ama Kirk yine de bildiğini okur. Bu arada şunu da söylemek gerek, söz konusu riski azaltmak için yapabileceği hiçbir şey yoktur, tamamen şansına güvenmektedir. Sonunda ne olur? Kirk “cesareti” sayesinde herkesi kurtarır. Ve sonunda Spock ile mantık-duygu çelişkisi üzerine kapanış konuşmasını yaparlar. Peki Kirk’i başarıya ulaştıran şey duygular mıdır? Hayır. Senaristlerdir. Kirk bilmemkaç sezon boyunca hep bu riskleri alır ve hep kazanır. Birisi tavlada bu kadar şanslı olsa zarların hileli olduğunu düşünürdünüz. Ama televizyonda görünce inanmayı tercih edebiliyoruz.
Neyse, tabii ki bu, Uzay Yolu’nun güzelliğinden bir şey götürmez, yine de bizi bazı meseleler hakkında düşündürmeyi başarır.
Acaba mantık ile duygular arasında gerçekten bir çelişki var mıdır? İkisinin farklı şeyler söylediği ve bizi zorlayan durumlar oluşturdukları bir gerçektir. Benim hayatımda genellikle şu şekilde zuhur ediyor: Şu hayatı mümkün olduğunca nezih bir şekilde yaşamak ve yakın veya uzak bir gelecekte sefalete düşmemek için yapılması gereken şeyleri yapmak (mantık) ya da hiçbir şey yapmamak (duygular)…
Duygu dediğimiz şey nedir? Hormonlar tarafından düzenlendiğini az çok biliyoruz, onlar da genler tarafından düzenlenir, onları da evrimsel süreç belirler. Yani evrimin mantığını yansıtırlar, hayatta kalmak ve soyunu sürdürmek açısından anlamlı olmasalar orada olmazlar.
Yani o da bir mantıktır aslında, genlere kazınmış ve çok net bir hedef için sınanmış stratejiler içeren sağlam bir mantığa dayanmaktadır.
Bizim mantık dediğimiz şey ise, fani ömrümüzde öğrendiğimiz şeyler ve onun üzerinde yaptığımız hesap-kitaptır.
Peki hangisi üstündür? Bu ikisi arasındaki çelişkiyi nasıl çözeceğiz?
İkisinin de güçlü ve zayıf noktaları vardır. İnsan türünün yaşadığı çevrenin ve yaşam şeklinin, herhangi bir evrimsel adaptasyonun mümkün olamayacağı kadar kısa bir süre içinde köklü değişikliklere uğradığı bir gerçektir. Duygularımız bize son yüz bin yıldır aşağı yukarı aynı şeyleri söylüyor olsalar gerektir, halbuki yüz bin yıl öncesinden çok farklı bir ortamda yaşıyoruz. Mantık ise, yaşadığımız çağa ait en güncel bilgileri içerir ve değişen ortama çok çabuk uyum sağlar.
Öte yandan, duygular güncel olmasalar da, çok sıkı test edilmişlerdir ve kadim durumlar için çok etkilidirler. Oysa hesap-kitapta hata çok olur ve öğrendiğimizi sandığımız şeylerin, yani üzerine mantık yürüttüğümüz verilerin, kayda değer bir kısmı yalan veya yanlıştır (bir çoğunu okulda öğrendiğimizi düşünürsek).
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)