12.8.11

Nasıl Bir CHP?

İlkokulda Altı Parmak Ali dediğimiz bir çocuk vardı. Sağ elinde iki tane başparmağı vardı. Daha doğrusu başparmak, bir noktadan sonra ikiye ayrılıyordu. Çok iyi voleybol oynardı Ali, herkesten daha iyi smaç vurur, kurtarılmayacak topları kurtarırdı. Bu başparmak arızası, eminim hayatta ona pek çok zorluk çıkarmıştır, özellikle kalem tutmakta bayağı zorlandığını hatırlıyorum. Ama, tuhaftır, voleybolda işe yarıyordu.

Altı parmak durumu Ali’ye özgü olmasa gerek. Soyadı Altıparmak olan insanlar var, eski futbolcu Ogün Altıparmak mesela. Ogün’de olmasa da, babasında ya da atalarından birinde gerçekten altı parmak vardı büyük ihtimal.

Neyse, bir gün eve dönerken Altı Parmak Ali’yle birlikte yürüyorduk, ilkokulun son yılıydı galiba. Uzun ve dik bir merdivenin önüne geldik. Alternatif olarak daha yumuşak yokuşlu bir yol da vardı. Ama ben merdivene yöneldim. “Sen kendini zorlamasan iyi olur” dedi Ali. “Neden?” dedim. “Sende kalp pili var ya!” dedi.

Kalp pili mi? Yok, daha neler.

Sonradan aklıma geldi, ben daha birinci ya da ikinci sınıftayken öyle bir palavra atmıştım. Önceki gün televizyonda görmüştüm, kalp pili takılan bir adam vardı. Acayip ilgimi çekmişti. Sonraki gün de, “bende kalp pili var” diye sallamıştım bir grup çocuğa. Ali de aralarındaydı demek.

Ali’ye de söyledim o gün palavra attığımı. Yüzünde derin bir hayalkırıklığı ifadesi oluştu. Bana ihtimam gösterirdi Ali, başkalarıyla ileri geri konuşur, dalaşır, ama bana hep saygılı ve nazik davranırdı. Belki bana karşı bütün davranışını bu kalp pili palavrası belirlemişti. Bunca yıldır bana her baktığında, kalp pili taşıyan cılız ve hasta bir çocuk görmüştü. Belki o yüzden hep beni kollama gereği duymuştu. Kendi çift başparmağıyla benim kalp pilim arasında bir özdeşlik kurmuş olması, bu yüzden beni kendine özellikle yakın hissetmiş olması da mümkün. İşte o hayalkırıklığı dolu bakışın içinde, bir şeylerin yıkılışı da vardı. O günden sonra pek samimi değildik artık.

Ben ise öyle bir yalan attığımı unutmuştum bile. Ama bu yalan belki Ali’nin gözünde olduğu gibi başka çocuklarının gözünde de beni başka bir yere yerleştirmişti. Belki benim arkamdan kendi aralarında “biliyor musun onda kalp pili varmış” diye konuşmuşlardı. Hatta bu durum benim topluluk içindeki konumumu değiştirmiş, kişiliğimi belli bir yönde etkilemiş bile olabilir. Ne tuhaf!

Buradan, bir şekilde, “nasıl bir CHP” sorunsalına bağlarım diye düşünüyordum ama bir ağırlık çöktü, korkarım yapamayacağım. Başka bir sefere artık.

16.7.11

Göz Göze

Karşınızdakinin gözlerine baktığınızı düşünüyor olabilirsiniz ama aslında gözlerinden birine bakıyorsunuz. Bunu küçükken fark etmiştim ve bende bir çeşit takıntı halini almıştı. Biriyle göz göze geldiğimde hangi gözüne baktığımı düşünürdüm, ama düşündüğüm anda durum kontrollü bir hâl alırdı. Hangi gözü neden tercih ettiğimi anlamak istiyordum. Neye göre seçiyordum bakacağım gözü? Daha güzel olana mı bakıyordum, daha büyük olana mı? Ama durum bilinç düzeyine geldiği anda, yapılan tercih de mantıklı bir tercih haline geliyor. Hangi göze bakacağınızı bilerek seçmeye başlıyorsunuz. Tabii karşıdakinden de “sen beni dinlemiyor musun, aklın başka yerde sanki” gibi tepkiler alabiliyorsunuz.

Aynı zamanda karşımdakinin de hangi gözüme baktığını anlamaya çalışırdım. Ama bu daha da zor. Karşımdakinin bir bir gözüne, bir öbür gözüne bakardım ve hep karşımdaki gözün bana baktığını görürdüm. Beyin garip bir şekilde çalışıyor, iki ayrı göz var ama ikisinin arkasında bir tane “ben” var. Karşıdaki hangi gözünüze bakarsa baksın, “bana bakıyor” diye düşünüyorsunuz.

Aslında ortamdaki dört göz içinde (ikisi benim, ikisi senin diyelim), yalnızca iki tanesi gerçekten birbirine bakıyor. Mesela yukarıdaki şemada, benim sağ gözüm ile senin sol gözün birbirine bakıyor. Diğer iki göz ise (benim sol gözüm ve senin sağ gözün), karşılıksız biçimde kendilerine bakmayan göze bakıyorlar. İki erkekle iki kızın biraraya geldiği, kızların ikisinin de aynı erkekten hoşlandığı, ve erkeklerin ikisinin de aynı kızdan hoşlandığı durumlar gibi… Sonuç genelde birbirinden hoşlanan gözde çiftin geceyi birlikte geçirmesi olur, hoşlanılmayanlar ise hüsrana uğramış bir şekilde evlerine dönerler ve sabaha kadar bira içip televizyon seyrederler (başıma gelmiş gibi anlattığıma bakmayın, farazi konuşuyorum).

Gözler için ise hüsran yoktur, bir göz, kendisine bakmayan göze ne kadar baksa da onun kendisine bakmadığını fark etmez. Salak bir aşık gibidir, ama salak aşıklar gibi rahatsız edici de değildir. Bir “ben” değildir çünkü.

4.6.11

Serengeti'de Cehaletle Dans



Serengeti ve Masai Mara’da geçen belgesellerden o kadar çok seyrettim ki, sanki biri beni Serengeti’nin ortasına bıraksa yolumu bulabilirmişim gibi geliyor. Hâlâ da televizyonda denk gelince, büyülenmiş gibi izliyorum bunları. Son zamanlarda Samanyolu ve Mehtap TV’de sık sık karşıma çıkıyor. Görüntüler tanıdık, ama metin biraz tuhaf. İki cümlede bir, şu veya bu hayvanın nasıl da “yaratılmış” olduğundan dem vuruyor, birkaç paragrafta bir de, tabiatın büyük ahenginden falan bahsediyor.

Başta sadece evrimden bahseden yerlerin değiştirilip, yaratılış yapıldığını düşünmüştüm, ama o kadar sık geçiyor ki bu yaratılış lafı, biraz daha zorlanmış olmalı. Mesela, normal şartlarda “şu hayvanın böyle bir özelliği var” şeklinde olması gereken cümleyi, “şu hayvan böyle bir özellikle yaratılmış” şeklinde duyuyorsunuz. Çeviri böyle süslenmiş olmasına rağmen, abartılı özensizlikler de eksik değil. “Zürafalar için su içmenin gerçek bir meydan okuma” olduğunu duyabiliyorsunuz mesela. Nasıl yani? Kime? Neyse, alışığız bunlara.

İnsan, her ne kadar, çeviride hile yapıldığını adı gibi bilse de, ister istemez bir kanıt bulmak istiyor. Derken şöyle bir sahne geliyor: Bir hayvan, çamura saplanmış başka bir türe ait yavrunun çamurdan kurtulmasına yardım ediyor. Anlatıcı ses olayı şöyle yorumluyor: “Bu manzara, bizi bildiklerimizi gözden geçirmek zorunda bırakıyor“.

İşte şimdi yakayı ele verdiniz. Ne biliyorsunuz da gözden geçireceksiniz? O hayvan da başka türlerin yavrularına yardım edecek şekilde yaratılmış işte, bunda gözden geçirilecek ne var? Canla başla inkâr ettikleri şeyden o kadar habersizler ki, metnin neden bahsettiğini bile fark edecek durumda değiller. Fark etseler, metni tahrif ettikleri anlaşılmasın diye o cümleyi çıkarmayı ya da değiştirmeyi akıl edebilirlerdi.

Aslında ne kadar güzel göllük bir pas atılmış önlerine. Gaza gelip, “sizi gidi inatçı evrimciler, hani her şey doğal seçilimle şekillenmişti, bu hayvancağızın başka bir türün yavrusuna yardım etmesi, ona nasıl bir seçilim avantajı getirebilir?” bile diyebilirlerdi. Ama dedikleri şey bu: “Bu manzara, bizi bildiklerimizi gözden geçirmek zorunda bırakıyor“.

Telaşlanmayın, hiçbir şeyi gözden geçirmenize gerek yok, siz böyle dümdüz devam edin.

25.5.11

Harem Fantezisi



Aile ve evlilik danışmanı olduğunu öğrendiğimiz Sibel Üresin, çokeşliliğin yasallaşması çağrısı yaparak, tartışacak konu bulamadığı için sıkıntıdan patlayan fikir dünyamıza güzel bir katkıda bulunmuş. Ben de kendisine, en sevdiğim mevzu olan hayvanlık konusunda bir kaç laf etme fırsatı verdiği için teşekkür ediyorum.

Sibel Hanım’ın söz ettiği tarzda ilişkilere hayvanlar aleminde sık sık rastlanır, bilirsiniz. Deniz ayıları böyledir mesela. Çiftleşme zamanı geldiğinde, adlarını hak eder boyuttaki erkekler ölümüne bir kavgaya tutuşurlar, kan gövdeyi götürür. Bu kavgadan galip çıkan deniz ayısı, tüm dişilerin sahibidir. Sibel Hanım’ın, çokeşliliğin özellikle kadının yararına olduğu yönündeki akıllıca tespiti, bana bu hayvani durumu hatırlattı. Üstün erkek stratejisi denir. Strateji derken evrimsel strateji kast ediliyor tabii, yani evrim sürecinin bir hayvan türünü, getirip içine bıraktığı işlevsel bir denge hali… Üstün erkek derken de, erkeğin dişiye üstünlüğü değil, diğer erkeklere üstünlüğü kast ediliyor. En üstün erkeğin üstün genlerinden sadece bir şanslı dişi değil, tüm dişiler ortaklaşa yararlanırlar. Sibel Hanım “üstün erkek” meselesini yanlış anlamış olabilir, zira onun hayali daha çok, evdeki kalantor deniz ayısına hizmet ve itaat eden maltipıl kadın şeklinde bir sado-mazo fantezi havasında… Bu fanteziyi dillendirdikten sonra, çokeşliliğin çarpık ilişkileri önleyeceği iddiasında bulunması da ironik olmuş. Neyse, biz soğukkanlı ve bilimsel bir şekilde, çokeşlilik neler getirir, neler götürür, bir bakalım.

Kadına karşı şiddeti azaltacağı iddiasında haklılık payı var. İki nedenle… Kadına karşı şiddet uygulayan erkek profilini az çok biliyoruz. Toplumun erkeğe yüklediği iktidar pozisyonunun gereğini, ekonomik ya da cinsel anlamda, layığıyla yerine getirememe sonucu oluşan derin aşağılık kompleksi, evdeki kadına yönelik kaba güce dayalı bir iktidar mastürbasyonuna dönüşüyor. Sibel Hanım modelinde, bu tarz erkekler yalnız kalacaklar, çünkü popülasyondaki tüm kadınlar, zengin ve muktedir erkekler tarafından üçer beşer eve kapatılmış olacak. Dolayısıyla en yüksek şiddet potansiyeline sahip işsiz, parasız, çelimsiz erkekler, şiddet uygulayacak kadın bulamayacaklar.

Diğer gruba, yani ev içi orji modelinde yaşayan kesime baktığımızda da şöyle bir durum görüyor olacağız. Erkeğin iktidarının (deniz ayısından pek de farklı olmayan şekilde) elle tutulur tek kaynağı olan fiziksel güç, teke tekte bir kadına karşı üstünlük kurmasını sağlayabilir, ama evdeki kadın sayısı artınca, fiziksel güç dengeleri de kadınlar lehine değişir. Harem sahibi deniz ayısı, karılarından birini tartaklamadan önce, arkadan kafasına bir tava inebileceği ihtimalini değerlendirmek zorunda kalacaktır.

Ayrıca, çokeşlilik toplumdaki kardeşliği arttırır. Hem de mecazi anlamda değil, gerçek anlamda. Herkesin daha çok kardeşi olacağı için (en azından baba tarafından), ortalama olarak kardeşliğin artacağı kesindir. Çarpık ilişkileri önleme konusunda ise çekincelerim var. Malum, bazı erkeklerin dört karısının olması, kadınlarla erkeklerin sayıları aşağı yukarı eşit olduğuna göre, birçok erkeğin de hiç karısının olmaması anlamına gelir. Bu yalnız kalan erkekler, ya bileğe kuvvet diyecekler, ya da artık ortalıkta olmayan kadınlardan bulamadıkları şefkati birbirlerinde arayacaklar, ki bu tarz yakınlaşmaları Sibel Hanım’ın çarpık diye nitelendireceğinden kuşkum yok. Yok, Sibel Hanım diyorsa ki yalnız kalan erkeklerin de birbirlerini sevmesinde bir sorun yoktur, o zaman bu mesele de kendiliğinden hallolmuş olur.

4.3.11

Dünyanın En Afili İnsanları

Burada daha önce, sömürgecilerin bulaştırdıkları hastalıklar yüzünden soyları tükenen Palawalar hakkınca acıklı bir yazı yazmıştım. Dünyanın kalanından izole yaşamış topluluklar ilgimi çekiyor. Dünya, insanlık, başka türlü nasıl olabilirdi, diye düşünmeden edemediğim için herhalde. Bu insanların bir kısmı ateş yakmayı bilmiyor olabilir; ama, mesela, ateş yakmayı biliyorsan ve onu içine şeytan girdi diye kadınları yakmak için kullanıyorsan, hiç bilmeseydin daha iyiydi aslında.

Efendim, bugünkü konumuz, Palawalar gibi uzun yıllar (tahminlere göre 60 bin yıl) dünyanın kalanından izole yaşamış başka bir grup insan, Hindistan’ın güneyindeki Andaman adalarınından Kuzey Sentinel adasının halkı. Sadece birkaç yüz kişiler. Onlara Sentinelliler deniyor, kendilerine ne dediklerini bilmiyoruz.

Tahminen Palawalar gibi bu adaya yürüyerek gelmişler ve sular yükselince burada kalmışlar, çünkü denizcilikle alâkaları yok. Ama Palawalardan ve Andaman adalarındaki diğer topluluklardan farklı bir özellikleri var. Geleneksel olarak, adalarına yaklaşmaya cüret eden herkesi öldürüyorlar. Şimdiye kadar adaya ayak basıp canlı dönen kimse olmamış. Hindistan’ın İngiliz istilasına uğradığı zamanlarda, sömürgeciler aynı Palawalara yaptıkları gibi, diğer Andaman halklarını salgın hastalıklarıyla kırıp geçirmişler. Kuzey Sentinel adası biraz sapa kalıyor, gözlerinden mi kaçmış, yoksa oraya çıkmaya yeltenen birkaç denizci ok yağmuru altında can vermiş de, başka gitmeye cesaret eden çıkmamış mı, bilemiyorum. Sömürge döneminde kayda değer bir temas olmamış. Hindistan bağımsızlığını kazandıktan sonra birkaç iletişim kurma girişimi olmuş. Ama Sentinellilerin tavrı netmiş. Adalarına ayak basanı, selamsız, sabahsız, nereden geldin, nereye gidiyorsun demeden şişlemeye devam etmişler. Yaklaşmaya cesaret eden meraklılar, iletişim kurmak için sahile hediyeler bırakırlarmış bazen. Sentinelliler, hediyeleri kabul ederlermiş, ama buna karşı bir minnet duymaları gerektiğine ikna olmamışlar şimdiye kadar.

2004′te Hint Okyanusu kıyılarını haşat eden tsunamiden iki gün sonra, Hindistan hükümeti, “gidin bakın bakalım, bu mikroplar hâlâ yaşıyor mu” diye adaya bir helikopter göndermiş. Helikopter adanın üstünde dolaşıp birkaç kişi görmüş, ardından geleneksel ok yağmuru başlamış. Tsunami, yabancılara karşı kararlılıklarını zerre kadar etkilememiş.

Diğer Andaman adalarında, yerlilerin tsunamiye nasıl tepki verdikleri gözlenmiş. Üç kuruş maaş için kıyı şehirlerine toplaşan, tsunamiden bihaber olan ve sonuçta okyanusa karışan kalabalık gibi değiller. Depremi hissettikleri anda, arkasından tsunami gelebileceğini biliyorlar ve adanın en yüksek yerine çıkıyorlar. Tabii kimse soramamış ama Sentinellilerin de başka türlü davranmadığı varsayılabilir. Yoksa 72 kilometrekarelik bir alanda 60.000 yıl nasıl hayatta kalabilirlerdi? Ataları kimbilir kaç tane tsunami görüp geçirmiştir. Belki “yer sarsıldı mı tepeye koş” diye türküleri falan vardır.

Dış dünyayla temas kurmama konusundaki bu sarsılmaz iradeleri nereden geliyor? Gelecek olanların, taşıdıkları hastalıklarla onları öldüreceğini biliyor olabilirler mi? Tsunami konusundaki bilgeliklerine bakarsak, geçmişte böyle bir olay yaşandıysa, mesela Hindistan’dan birileri gelip ada halkının çoğunun hastalıktan kırılmasına yol açtıysa; hayatta kalanlar, dışarıdan gelenin ölüm getirdiğini, kanla yazılmış bir kural olarak benimsemişlerdir belki. Bir keresinde, yaklaşmak isteyenlerin getirdiği hediyeler arasında bir de canlı domuz varmış. Adada domuzlar olduğunu ve Sentinellilerin domuz yediklerini biliyorlarmış. Adalılar diğer hediyeleri kabul etmişler, ama dışarıdan gelen bu domuzu öldürüp gömmüşler. Akıllıca bir hareket, yabancı insanlardan bulaşacak hastalıklar, yabancı domuzlardan da bulaşabilir.

Hindistan hükümeti, 1997′de alınan bir kararla, bu adayla temas kurma çabalarını yasaklamış. Tam olarak “ne halleri varsa görsünler” politikası benimsenmiş. Bilinen en son temas, 2007′de gerçekleşmiş. Adalılar, kıyılarına sokulmuş iki balıkçıyı kalbura çevirmişler. Balıkçıların cesedini almak için bir helikopter gelmiş ama ok yağmuru yüzünden (yine) adaya yaklaşamamış. Aynı helikopter, balıkçıların cesetlerinin birer çukura konulup yakıldığını tespit etmiş. Konuştukları dil, kültürleri, dinleri, mitolojileri hakkında hiçbir şey bilinmiyor. Uluslararası hukukta bu ada Hindistan toprağı olarak geçiyor, ama bu Sentinellilerin umurunda değil, büyük ihtimal bunun farkında da değiller. Sorsanız “s..eyim uluslararası hukuku” derler herhalde.

İnsanların temelde iyi olduğunu varsayan biriyseniz, yaklaşanı öldüren bu insanlar bu düşüncenizi sarsar mı? Onları kötü ve vahşi olarak mı görmek lazım? İnsan, biraz olsun, dışarıda neler olup bittiğini merak etmez mi? Ya da, daha da önemlisi, pek de merak edilecek bir şey olmadığını nereden biliyorlar?

Sizi bilmem, ama uygar dünyaya çekilen bu şahane hareket karşısında benim gözlerim doluyor.

17.2.11

Müsemma

Nuri Bilge Ceylan’ın ikinci uzun filmi Mayıs Sıkıntısı, ün olarak ondan sonraki filmlerinin gölgesinde kaldı belki ama ne görsellik ne içerik açısından onlardan aşağı kalmaz. Hatta kişisel fikrime göre sonraki iki filmi Uzak ve İklimler’den daha iyidir, hem görkemli hem komiktir, dolu dolu bir filmdir. Zamanında Fatih Özgüven’in, film hakkında “son dönem hareketlenen Türk sineması, ilk kez başyapıt düzeyinde bir film çıkardı” tarzından bir şey yazacak kadar heyecanlandığını hatırlıyorum. Ceylan’ın filmin adıyla ilgili bir soruya “Mayıs ayı bana hep bir sıkıntı verir, ondan öyle” gibi bir cevap verdiğini okumuştum. Ne kadar kişisel ve sanatsal bir açıklama! Ama filmin adını Mayıs Sıkıntısı koymak, ya da herhangi bir şeyin sıkıntısı koymak, zaten kısıtlı izleyici kitlesine, güçlü bir şekilde “Gelmeee!Gelmeee!” mesajı vermek değil midir? Üstelik film aslında hiç sıkıcı, sıkıntılı değilken, sıkıntı üzerine bile değilken…

Ezilenlerin Sosyalist Platformu diye bir yapılanma var, sanırım yakın dönemde parti oldular. Devrimci bir çizgide sert bir muhalefet sürdüren bir örgüt. Devrimci olmak, başlıbaşına sorunların çözümünü kitlenin ayaklanmasında görmek değil midir? Yani ilkelerinden ödün vermemek konusunda ne kadar kararlı olurlarsa olsunlar, asıl olarak bir kitle toplamak, daha çok insana hitap etmek, daha çok insanın, özellikle toplumun çoğunluğunu oluşturduğunu bildiğimiz yoksulların desteğini almak. Ama kitlenin bu harekete katılmak için, kendilerini “ezilen” olarak tanımlamasını beklemek, bana çok naif geliyor, gerçek bu olsa bile… İnsanoğlu koşullar ölümcül olmadığı sürece katlanma eğilimindedir, yani “evet, biraz geçim sıkıntısı var ama o kadar da eziliyoruz denemez canım” demeyi severler. “Allah’a şükür aç değiliz, açıkta değiliz” demeyi severler. Gerçekten aç veya açıkta olanları da “kurtuluş yok tek başına” sloganına inandırmak daha da zordur. Bunu kitlelerin bilinçsizliği diye kestirip atmak biraz eksik kalıyor.

Sol düşüncenin kitleselleşmesinin baş engellerinden biri, insanları durumlarının kötü olduğuna inandırmayı beklemesi aslında. İnsan durumunun kötü olduğunu kabullenmek istemez. Muhtemel/müstakbel taraftarlarına “ey şanlı kudretli milletimin kıllı aslanları” diye hitap eden siyaset biçimlerinin karşısına “ey ezilen, sömürülen, üç beş kodamanın elinde oyuncak olmuş halkımın sünepe insanları” diyerek çıkmak, biraz, dürüstlüğü abartmak oluyor. Sırf dramatik etki için bile, herkese malum olanın açık açık söylenmemesi meşrudur. Sonunda sürpriz şekilde katilin uşak olduğunun anlaşıldığı bir romanın adını “Uşağın Vahşeti” koymak istemeyiz (tam olmadı ama neyse).

Bir sanat eserine isim bulurken, gogullanabilir olmasını da hesaba katmalıyız artık sanırım. İlk olarak Onur Ünlü’nün Polis filmiyle ilgili ne yazılmış diye merak ederek aradığımda fark etmiştim. Bayağı zorluk çekmiştim filmle ilgili bir şeylere ulaşana kadar, vatandaşın polisle bayağı derdinin olması yetmiyormuş gibi, onur ve ünlü de pek az rastlanan kelimeler değilmiş belli ki. Menteş’in Dublörün Dilemması nefis bir örnek, ama şimdi yazarken fark ettim ki, onun sonuna bir tane daha “sı” eklemeliydim (Menteş’in Dublörün Dilemması’sı). Böyle de tuhaf oluyor. O zaman, mümkünse bundan da kaçınalım, isim tamlaması şeklinde isimler koymayalım.

Emir kipi şeklinde roman veya film adları çok karizmatik gelir bana; Obre Los Ojos (Aç Gözünü), Curb Your Enthusiasm (Heyecanını Bastır), Don’t Look Back (Arkana Bakma). Ne var ki insanlara konulduğunda, ismi taşıyan kişide bir gerginlik, o ismin hakkını verememek konusunda bir kaygı yaratabileceğini düşünürüm hep. Mesela “Okşan” adını taşıyan biri sürekli okşanma ihtiyacı mı duyar? Riskli. Ya da “Sevil” adını taşıyan biri, sevilmediğini fark ettiğinde herkesten daha çok mu acı çeker? Adı “Serpil” olan biri, pek serpilememişse, kimlik bunalımı yaşar mı? Adı “Damla” olan biri… Şimdi düşünüyorum da, belki “Damla” ismini yanlış anlamış olabilirim.

Bir de başlık olduğu eseri imha eder tarzda isimler vardır. Aklıma gelen en bariz örnek “Osmanlı Cumhuriyeti”. Fragmanını izlediğinizde ortada bir cumhuriyet olmadığı anlaşılıyor. Evet, Osmanlı Devleti’nin günümüzde de devam ettiği fantezisinin başlıktan kestirilebilmesini istiyorsunuz. Bunu nasıl yapacaksınız? Kolay iş değil. Ama filme milyon dolar harcıyorsanız, birkaç gün düşünüp buna da çözüm bulursunuz kardeşim (yazdıkça sinirleniyorum). Sonuçta koyduğunuz ismin filmin içeriğiyle çelişmesi, gişede problem yaratmayabilir, insanların bu tarz özensizliklere alışkın olduğunu varsayabilirsiniz. Ama gönüllerde mahkum olursunuz. (Abarttım mı?)

Yabancı filmlere bulunan Türkçe adlardaki densizlikler, bu konuda eşsiz. ”Things to Do in Denver When You’re Dead” (Ölüyseniz Denver’da Yapılacak Şeyler) diye bir film vardı bir zaman. Türkiye’de “Karışık İlişkiler” adıyla oynamıştı. Türkçe adı, filmle ilgili olmaktan çok, çevirmenin bunalımını yansıtıyor sanki.

Koç grubu Arçelik markasını ihraç etmeye karar verdiğinde, bazı ileri görüşlü uzmanlar, bu markanın, İngilizce okunursa “Arse Lick” (afedersiniz, “göt yalama”) diye okunabileceği uyarısını getirmişler. Bunun üzerine Beko markası ortaya çıkmış. Yazık olmuş, milletçe dünyanın en meşhur buzdolaplarına sahip olabilirdik.

Seçme şansım olsaydı, adımın Klaus olmasını isterdim. Sanki, biriyle tanıştırılırken, kendinizden emin bir şekilde elinizi uzatıp çapkın bir gülümsemeyle “Klaus” diyebiliyorsanız, asla sırtınız yere gelmez gibi geliyor.