26.11.15

Inception Üzerine Bir Not

Inception neden kötüdür biliyor musunuz?

Kısaca söylemek gerekirse, tüm hikayesini bir mantık hatası üzerine kurduğu için...

Christopher Nolan'ın özellikle yeniyetme sinema meraklısı kuşağını ağzı açık bırakan filmi Inception, hikayesinin merkezine, rüyadaki zamanın gerçektekine göre 20 kat hızlı geçmesi gibi bir veriyi alır. Bu bilgi ne derece bilimseldir bilmiyorum, ama önceden de rüya görme dediğimiz şeyin, bizim algıladığımızdan çok daha hızlı olup bittiğini duymuştum. Buna inanmamak için bir neden yok, çünkü gayet mantıklı bir açıklaması da var. Gerçek hayatın hızı, fiziksel varlıkların hızına bağlıdır. Bir yerden bir yere gitme hızı, konuşma hızı, algılama hızı, sinirlerin iletim hızı, hatta ses hızı... Beyin, gerçek dünyaya uyum sağlamak ve konudan kopmamak için çoğu zaman kendini yavaşlatmak zorundadır.

Rüyada ise fiziksel tüm engeller kalkmıştır, rüyanın kendi sanal gerçekliğini beyin kendisi yaratmaktadır ve tabii ki fiziksel hız limitlerine bağlı kalmak gibi bir zorunluluğu yoktur. Kendini yavaşlatmak için bir nedeni de yoktur. Dolayısıyla rüya zamanının beynin tam hızıyla çalışmasına uygun şekilde belirlenmesi akla gayet yakın.

Filmde bir de rüya içinde rüya olayı var, bilirsiniz. Hikayeye göre rüya içinde rüya görüldüğünde, zaman bir 20 kat daha hızlanıyor. Evet ama neden böyle bir şey olsun? Gerçekle rüya arasındaki fiziksel koşul farklılıkları burada söz konusu değildir. Zamanın hızlanması gerçek ortamla sanal ortam arasındaki farkla ilgili olsa gerektir. Rüya içinde rüya, yine aynı sanal ortamda vuku bulacağına göre hızında bir değişme olmasının hiçbir açıklaması yok.

Peki, filmin gerçekliğinde böyle olduğunu kabul edemez miyiz? Bilemiyorum, belki siz edersiniz, ama ben yapamıyorum. Herhalde, bunu yutmak için, rüya zamanının neden daha hızlı olduğuna dair hiçbir fikir yürütmemiş olmak gerekir. Evet, eğer başlangıçtaki veri de tamamen hayal ürünü olsaydı, bir sorun olmazdı. Ama gerçek bir verinin çarpıtıldığını gördüğünüzde tadınız kaçar. Açıkçası bunu fark edip de önemsemeyenleri anlayamıyorum. Belki iki farklı insan türü var, ben ve benzerlerim bunu görmezden gelemeyenleriz, bir de hiç keyfi kaçmayıp patlamış mısırları lüpleten tür var.

Bana Charlie Kaufman'ın senaryo oskarını aldığı Adaptation filminden bir sahneyi hatırlattı. Senarist Charlie, altından kalkamadığı bir uyarlamayla boğuşurken, ikiz kardeşi Donald da senaryo yazmaya merak sarar. Senaryosunu Charlie'ye gösterir. Senaryonun bir yerinde, olaylar öyle bir düğümlenir ki bir karakterin aynı anda iki farklı yerde olması gerekmektedir (ya da öyle bir şey). "Bunu nasıl çözeceksin?" diye sorar Charlie. Donald "özel efektlerle" diye cevap verir. Charlie saçını başını yolar, falan...

İşte öyle. Mantık hatasını özel efektleri kökleyerek çözemezsiniz. Ama bir şekilde yutturabiliyorsunuz gibi görünüyor.

3.11.15

Türk Milleti Zekidir

Başlıktaki önermenin sahibi, devletimizin kurucu lideri Mustafa Kemal Atatürk’le ilgili, Bozkurt kitabında anlatılan bir hikaye vardır. Yazarı şaibeli bir kitabın içeriğine de güven olmayacağını düşünebilirsiniz, ama hikaye aslında Mustafa Kemal’le ilgili herkesin bildikleriyle gayet örtüşüyor. Ayrıntıları yanlış hatırlıyor olabilirim, ana hatlarıyla aşağı yukarı şöyle bir şey:

Batı cephesi komutanı İsmet Paşa, Eskişehir’e yönelen Yunan ordusunu durdurmak ve şehri korumakla görevlidir, ama elindeki kuvvet yaklaşan orduya direnemeyecek kadar zayıftır. Askeri açıdan doğru karar, geri çekilmek ve şehrin işgaline izin vermek gibi görünmektedir. Ama İsmet Paşa, Yunan ordusunun şehirdeki müslüman nüfusa yönelik bir katliama girişeceğinden de endişe etmektedir. Onları tümüyle savunmasız bırakmak ve kaderlerine terk etmek içine sinmemektedir. Bu zorlu kararı kendi başına vermek istemez, başkomutana danışır. Mustafa Kemal karargâha gelir, orduların durumuna şöyle bir bakar ve “geri çekiliyoruz” der. Beş dakika bile tereddüt etmez. Kitapta bu, Mustafa Kemal’in askeri meseleler söz konusu olduğunda insani duyguların (zaafların da diyebiliriz) zerre kadar etkisinde kalmamasına örnek olarak anlatılır. Evet, bazı sivil vatandaşlar ölebilir, ama nihai hedef savaşı kazanmaksa eldeki askerleri ve silahları korumak gerekir, sivilleri değil. Savaşı siviller kazanmayacak. Siviller feda edilebilir. “Ben size savaşmayı değil ölmeyi emrediyorum” diyen de aynı kişidir sonuçta. Yufka yürekli birinin edeceği bir laf değildir bu.

Mustafa Kemal, bu tür kararları verebildiği için büyük bir komutandır. Aynı zamanda iyi bir insan olması gerekmez. Bir kişi aynı anda hem iyi bir asker, hem iyi bir insan olamaz muhtemelen. Şefkatli bir boksör olamayacağı gibi… Bizim için fark etmez. Ulu önderin aynı zamanda pamuk gibi bir kalbi olmasına ihtiyacımız yoktur.

Bir açıdan da böyle kararları tereddütsüz şekilde alabilmek, üstün bir zekaya işaret eder. Bu tarz savaş hikayeleri, hamasi tarih kitaplarında gördüğümüz hikayelere benzemez. Orada şanlı geri çekilmeler, efsanevi sıvışmalar anlatılmaz. Gerçek bir zeka, doğru bir karar vermek için hamasi duyguları bir kenara bırakması gerektiğini bilir. Hamaset, liderin gerektiğinde kullanacağı bir şeydir, etkisinde kalacağı bir şey değil. Tek geçerli kriter vardır; hangi kararın nihai hedefe daha çok hizmet ettiği.

İlkelerinden asla taviz vermemek ve her ne şart altında olursa olsun aynı şeyleri savunmak, bir zeka fonksiyonu değildir. 1 Kasım seçimleri ertesinde, sosyal medyada Aziz Nesin’in seviyesiz özdeyişini tekrarlayan kalın kafalı ulusalcıların anlayamadığı şey bu. Türk milleti zekidir. İktidar, hukuk devletini fiilen ortadan kaldırmış, muhalefeti susturmuş, ülkeyi kan gölüne çevirmiş olabilir. Milletimiz, bunun için çok kızgındır belki. Ama öfkesine yenik düşmeyecek kadar da aklı vardır. Ölçüsüz bir Kürt düşmanlığından başka bir siyasi görüşü olmayan bir sözde muhalefet partisinin tıkadığı bir siyaset sahnesinden çözüm çıkmayacağını görmüştür. Bunlarla uğraşacak zamanı yoktur. Hayat geçip gitmektedir. İşlerin yürümesi lazımdır, piyasa bir an önce açılmalıdır. Daha ev alacaktır, kamyoneti satacaktır, oğluna iş bulacaktır ya da kızını evlendirecektir. Hukuk devleti falan şu an için acil ihtiyaç değildir, feda edilebilir.

Kürtler açısından durum daha da ağır. Başbakan meydanda açıkça “bize oy vermezseniz beyaz toroslar dolaşmaya başlar” demiştir. Kürtler bu mesajı almıştır. Kürt halkı, görülmemiş baskılara direnmiş cesur bir halktır, ama bunu göze alacak kadar değil. Kürt hareketinin mücadelesi ilkesel olarak iyidir hoştur ama canından da kıymetli değildir.

Biz, iktidara muhalif olanlar, bu sonucu beklemiyorduk. Çünkü ancak eğitimle ulaşılabilecek bir salaklıktan muzdaripiz. Herkes gibi bizim de hayatımız geçip gidiyor ama biz işi gücü bırakmış Bilal’in sıfırladığı paralarla falan uğraşıyoruz. Televizyonda tartışma programlarını izleyip sinirden dişlerimizi gıcırdatıyoruz. Zayıf olduğumuzu ve geri çekilmemiz gerektiğini idrak edemiyoruz.

Erdoğan’ı bu milleti gerçekten çok iyi tanıdığı için takdir etmek gerekir. Ağayla savaşa tutuşup sonunda muhtemelen ipe gidecek olan Kibar Feyzo bir tanedir, kalan herkes ağanın arkasında hazırolda durmaktadır. Ve çoğu da Feyzo’dan uzun yaşayacaktır. Erdoğan millete mesajını vermiştir, millet de bunu anlayacak kadar zekidir.

Bu açıdan bakınca anketlerin bu kadar yanılması da anlaşılıyor. Birisi oy vereceğiniz partiyi sorduğunda, gurur duyarak, göğsünüzü gere gere söylemek istersiniz, “aman neme lazım” diyerek oy vereceğiniz partiyi söylemek istemeyebilirsiniz.

Milletin kararına saygı duyma meselesine gelince… Hayır, bence bu tarz bir zekaya saygı duymak zorunda değilsiniz.

9.6.15

7 Haziran

Muhteşem bir seçim oldu.

Her şey bir yana, barajla birlikte asıl yıkılan, bu ülkenin yoksul ve mazlum halkı Kürtlere karşı yıllardır türlü yalan ve aşağılamayla beslenen ırkçılık barajıydı. Irkçılar yerinde duruyor tabii, onlara insanlıktan nasiplerini bir çırpıda verme şansımız yok, yavaş yavaş alacaklar inşallah. Ama önemli olan, şimdiye kadar Kürt siyasi hareketini dışlayan ve tehdit olarak gören bir kesimin, ülkeyi yobaz-faşist iktidarın elinden kurtarmak için, ırkçılık barajını aşarak onlarla biraraya gelebilmesi oldu. Çok büyük bir kesim değil, ama etkisi büyük. Sadece bu bile, ülkenin kavga, yalan ve nefretle değil, akıl, sağduyu ve uzlaşmayla yönetileceği bir gelecek konusunda umut veriyor.

Nasıl bir hükümet kurulacağını ve bunun hayatımızı nasıl etkileyeceğini göreceğiz. Aslında, hâlâ, demokrasi olduğunu iddia eden bir ülkede olması gereken temel şartları sağlamaya çalışıyoruz. Mecliste tüm partilerin aldıkları oyla orantılı temsil edilmesini sağlamak otuz beş yıl sürdü. Sıra, anayasanın ve yasaların uygulanabildiği, suç işleyenlerin, yargılanıp cezalandırılabildiği bir ülke kurmaya gelecek diye umuyoruz.

Bu konuda söylenecek çok şey var tabii. Ama şimdilik, meraklısı için, dikkatimizi seçimin kendisine ve oy oranlarıyla milletvekili sayıları arasındaki ilişkiye, daha doğrusu bu ilişkide herkesin dikkatini çeken tuhaflığa çevirelim.

Şu an itibarıyla, HDP'nin çıkardığı milletvekili sayısı farklı kaynaklarda 80 ya da 81 olarak geçiyor. Yani kendisinden yaklaşık bir buçuk milyon fazla oy alan MHP ile ya aynı sayıda ya daha fazla milletvekili çıkarmış. Burada bir haksızlık var gibi görünüyor. Peki bu nasıl oluyor?

Bu sonucu doğuran birkaç faktör var. Birincisi, seçim kanunumuza göre her il, nüfusundan bağımsız olarak, sadece il olduğu için fazladan bir mv. alıyor. Bu da küçük nüfuslu illerin nüfuslarına oranla daha çok temsil edilmesine neden oluyor. Doğu ve güneydoğuda düşük nüfuslu çok sayıda il olduğu için, bu bölgede yüksek oy alan HDP, bölgenin nüfusuna göre daha yüksek bir oranda temsil edilebiliyor. Ama bu kendi başına durumu açıklayan bir faktör değil, çünkü MHP'nin güçlü olduğu Orta Anadolu'da da düşük nüfuslu birçok il var.

İkinci ve daha önemli olan faktör, belli bir seçim bölgesindeki sandalyeleri, oylarla orantılı olarak dağıtırken kullandığımız d'Hondt yönteminin, her bir seçim bölgesinde oyu en fazla olan partilere avantaj sağlayan bir yöntem olması. Partilerin oyları aşağı yukarı dengeli ve birbirine yakın olduğunda bu avantaj ortaya çıkmıyor, ama bir parti oyların büyük kısmını aldığında daha belirgin oluyor.

Ağrı güzel bir örnek. Dört mv. çıkarıyor, HDP'nin oy oranı %76,9, ikinci gelen AKP %16,6. D'Hondt sistemine göre dört milletvekilini de HDP çıkarıyor, çünkü AKP'nin bir mv. çıkarması için, HDP'nin dörtte birininden fazla oy alması lazım. Başka bir deyişle, d'Hondt sistemi, her %19 oy için bir sandalye hak ettiğinizi söylüyor, AKP %19'un altında kaldığı için sıfır çekiyor, HDP dört sandalyeyi de alıyor.

Ama aslında %76,9 oy, oyların yaklaşık dörtte üçü demek. Oyların dörtte üçünü alıyorsanız, dört milletvekilinin de üçünü çıkarmanız beklenir. Daha doğrusu daha orantılı sonuç veren bir sistem kullanılsaydı öyle olurdu, AKP de oyların dörtte birini almadığı halde ona en çok yaklaşan parti olarak bir mv. çıkarırdı. D'Hondt sistemi, bunun gibi yerlerde, HDP'ye oy oranını aşan fazladan birer milletvekilliği kazandırıyor. MHP bu tarz bir avantajdan hiçbir yerde yararlanamıyor, çünkü Osmaniye dışında hiçbir yerde birinci parti değil.

Bununla bağlantılı bir diğer faktör, HDP'nin oylarının MHP'ye göre çok daha dengesiz dağılmış olması. Dengesiz dağılım briçte olduğu gibi seçimlerde de avantaj.

HDP'nin mv. çıkaramadığı yerlerde, oy oranı da genellikle çok düşük, çoğu yerde %5'in altında. Bu da boşa giden oyunun daha az olması anlamına geliyor. %10'un üstünde olduğu halde hiç mv. çıkaramadığı sadece bir il (Elazığ) var. MHP ise tam 18 ilde %10'un üzerinde, bunlardan yedisinde %20'nin üzerinde oy aldığı halde hiç mv. çıkaramamış. Bu da aldığı oyun kayda değer bir kısmının boşa gittiğini gösteriyor.

Seçim sistemini ideale yaklaştırmak ve kimsenin kendini haksızlığa uğramış hissetmemesini sağlamak için, bu sorunu da çözmek gerek. Daha yüzde on barajı yerinde dururken sen neden bahsediyorsun diyebilirsiniz tabii. Olsun, biz yazalım, belki bir faydası olur.

Nasıl çözeceğiz? Aslında meselelerden birinin çözümü diğer meseleyi daha beter hale getiriyor. İller ve seçim bölgeleri bu şekilde durdukça... Mesela, ilk problemi çözmek için her ile kafadan bir sandalye vermekten vazgeçip 550 sandalyeyi illerin nüfuslarıyla olabildiğince orantılı dağıtacak olursak, 10 ile sadece bir, 19 ile de sadece iki sandalye düşüyor. Bu da tabii bu illerde bir veya iki parti dışındakilerin oylarının boşa gideceği anlamına geliyor. Bir problemi çözmek isterken diğer problemi daha ciddi hale getiriyoruz.

Bir çözüm, 1961, 1965 ve 1969 seçimlerinde uygulanan milli bakiye sistemi tarzı bir şey olabilir. Ama o da belli bir aday listesi için verilen oyun başka adayları seçmek için kullanılması gibi bir anormallik doğuran bir sistem. Bir de bağımsız adaylara karşı bir haksızlığa neden olduğu söylenebilir.

Milletvekili sayısını arttırmak da bir çözüm olabilir, ama o da binlerce üyesi olan ve her toplantısı CHP kurultayı gibi geçen bir meclis anlamına gelir, oradan kolay kolay iş çıkmaz.

En akılcı çözüm, seçim bölgelerini daha büyük, her biri birden çok ili kapsayabilir hale getirmek ya da küçük illeri birleştirip daha büyük iller oluşturmaktan geçiyor. Çok düşük nüfuslu iller olmadığında, sandalyeler iller arasında orantılı olarak ve her birine yeterince sandalye düşecek şekilde dağıtılabilir. Hem iller arasındaki adaletsizlik giderilir, hem de boşa giden oy oranı makul seviyelere çekilir.

İronik bir şekilde, buna en yakın öneri, şimdiye kadar sadece, demokratik özerklik projesi çerçevesinde, yerel yönetimleri ilk seviyede 20-25 il olacak şekilde yeniden düzenlemeyi öneren HDP'den gelmişti.

Ek not: Yukarıda anlatıldığı şekilde, nüfusları birbirine yakın, toplam 399 üyeli bir meclis oluşturmak üzere her biri 7-11 arası milletvekili çıkaran 45 seçim bölgesi üzerine bir çalışma.

29.5.15

Biz Konuşuruz, Onlar Yapar

AKP'nin "onlar konuşur, Ak Parti yapar" sloganının çekici bir tarafı olduğu kesin. Aslında AKP'nin iktidarda, diğerlerinin muhalefette olmasından, yani herkese malum olan şeyden başka bir şey anlatmıyor içerik olarak. Bir şeyler yapmakla görevli olan iktidardaki partidir, doğal olarak. Muhalefete ise konuşmak düşer. Buna rağmen, sanki muhalefet, elinde yapmak için bir yetki veya olanak varmış da onu kullanmak yerine konuşmayı tercih ediyormuş gibi bir hava yaratmayı beceriyorlar.

Bir yandan da insan şunu düşünmüyor değil: Konuşmak neden bu kadar kötü bir şey olsun? Bir şeyler yapmayı düşünüyorsak, önce bir konuşsak daha iyi olmaz mı? Mesela birbirinden çirkin şehirlerimizi daha da betona boğmadan önce, Eski Dünya'nın merkezinde bulunan Taksim Meydanı'na beton dökmeden önce bir konuşsak fena olmazdı. Anadolu'nun bütün derelerini HES'lerle mahvetmeden, ülkemizin ormanlarını birer birer imha etmeden önce edeceğimiz iki çift laf olabilirdi. İki yıl önce bu topraklarda ortaya çıkan, bu yüzyılın belki de en heterojen, en ilerici ve en umut verici gençlik hareketine, biber gazı ve basınçlı suyla, ölçüsüzce ve görgüsüzce saldırmadan önce de bir oturup konuşabilirdik.

Ama sonuçta biz konuşuyoruz, biz dinliyoruz. Biz anlattıkça, bazılarının da duyduğunu, dinlediğini, belki bazı şeyleri tekrar değerlendirdiğini, bazı konulardaki yanlışları gördüklerini, belki biraz insafa geleceklerini umuyoruz. Ama her türlü akla, mantığa, sağduyuya kulaklarını tıkamışlar. Bunun yerini otoriteye kesin ve koşulsuz bir itaat almış, kendilerine her söyleneni yapıyorlar. Acı... Ama gerçek.

14.5.15

Siyaset Kübümüz

Siyasi görüş çeşitliliği çoğu zaman pratik nedenlerle, siyasi iktidar bir çoğunluk gerektirdiği ve bu da oyların en az yarısı demek olduğu için, bir ucuna sağ öbür ucuna sol denen tek boyutlu bir spektrum üzerine yerleştirilir. Biraz daha ayrıntılı analiz istendiğinde iki boyutlu bir grafik çizilebilir. Amerikalı siyasetçi David Nolan’ın yaptığı, bir ekseni ekonomik özgürlük, diğer ekseni bireysel özgürlük olan Nolan Diyagramı ünlüdür mesela. Benzer iki boyutlu grafikler, eksenlere farklı isimler verilerek çizilebiliyor. Ama Batı dünyası için en kullanışlı grafik, biri ekonomik (kapitalizm-sosyalizm), diğeri kültürel (tutucu-ilerici) iki eksenden oluşan grafik gibi görünüyor. 

Bizde ise üç eksene ihtiyaç var, çünkü tutucu-ileri ekseni tek boyutta ifade edilemeyecek kadar karmaşık. Dolayısıyla siyasi görüş çeşitliliğimizi üç boyutla, yani bir küple ifade edebiliriz. Nolan Diyagramı’ndan esinle Kum Kübü diyebilirdim ama bunu ya da bir benzerini benden önce yapan olmadığına hiç emin değilim. Belki rübik küpten uyarlayarak çizen ilk kişi olabilirim. Üç eksen şöyle:

K-S ekseni: Kapitalizm-sosyalizm ekseni. Batı dünyasında sağ-sol denince ilk akla gelen ayrım, bizde sadece yetmişli yıllarda öne çıktı. Aslında önemini hiçbir zaman kaybetmedi ama son yirmi yıldır diğer ayrımların gölgesinde kaldığı söylenebilir.

D-L ekseni: Dinci-laik ekseni. Bizde, cumhuriyet tarihimiz boyunca sağ-sol denince kast edilen ayrım en çok bu olmuştur. Tabii dinci tanımını bu gruba dahil ettiğim kişilerin çoğu kabul etmeyebilir. Pratiklik adına biraz kolaycı bir tanımlama yaptım, din devleti kurulması taraftarı anlamında değil, dini öne çıkaran, onu siyasi görüşünün bir parçası yapan (ve Sünni Müslüman olan) herkesi kapsayacak şekilde kullanıyorum. Laik de laiklik taraftarından çok, değerler dünyasını tanımlamada Sünni Müslüman değerlere yer vermeyen ya da çok az yer veren anlamında, dolayısıyla Alevileri ve diğer din mensuplarını da kapsıyor.

M-E ekseni: Milliyetçi-enternasyonalist ekseni. Kürt sorununun seksenli yıllarda savaş haline dönüşmesiyle hayati öneme kavuşan bir ayrım. Batılı ülkelerde bu genelde diğer eksenlerden biriyle çakışıyor, ama bizde öyle değil. Enternasyonalist fazla teknik bir terim gibi görünebilir. Milliyetçinin karşıtı olarak yerleşmiş bir sözcük yok aslında, bazen “toplumcu” da bu anlamda kullanılabiliyor. 

Kübün köşelerine yazdığım isimleri de güncel olarak siyaset veya medya dünyası içinde yer alan, o kesişimi karakteristik olarak yansıtan ve yeterince tanınmış kişiler olarak seçmeye çalıştım. Bazıları için kesişimi tanımlayan özelliklerden biri diğerlerinden daha öne çıkıyor olabilir, ya da belki o köşe için daha uygun örnekler bulunabilir. Benim belirlediğim kriterlere göre en uygunları bunlar gibi görünüyordu.

Kübün köşeleri de şöyle oluyor:

K-L-E (Ahmet Altan) köşesi: Klasik liberalizm köşesi de denebilir. Ülkemizde basın ve entellektüel camiada etkisi fazla ama seçmen nezdinde karşılığı az olan bir siyasi görüş. Bir dönem Cem Boyner’in öncülük ettiği Yeni Demokrasi Hareketi, belki sonra da İsmail Cem’in Yeni Türkiye Partisi tarafından temsil edildiği söylenebilir. Ahmet Altan, olası pek çok isimden biri, Cengiz Çandar ya da Hasan Cemal de uygun düşerdi.

K-L-M (Yılmaz Özdil) köşesi: Atatürk köşesi de diyebiliriz. Milliyetçi ve laik ama sosyal demokrasiye pek ilgi duymayan bir siyasi görüş… Deniz Baykal dönemi CHP’si aşağı yukarı bu çizgiyi temsil ediyordu. Şimdiki CHP’nin içinde de bayağı bir yeri var, daha karakteristik olarak Emine Ülker Tarhan’ın Anadolu Partisi tarafından temsil edildiği söylenebilir. Yılmaz Özdil, bu kesimin bir numaralı köşe yazısı kahramanı olarak uygun bir seçim gibi göründü bana. Mine Kırıkkanat da çok yanlış olmazdı.

S-L-M (Doğu Perinçek) köşesi: Doğu Perinçek’in liderlik ettiği siyasi hareket yakın zamanda hem kendilerine hem de ülkeye büyük bir iyilik yaparak Vatan Partisi adını aldı. Böylece hem bunun karşılığını oy oranında bir artış olarak görecekler, hem de gereksiz yere işçilerin kafasını karıştırmamış olacaklar. Yine de parti, kamulaştırmacı ve devletçi çizgisini sürdürüyor gibi görünüyor, dolayısıyla bu köşenin sahibi.

S-L-E (Ertuğrul Kürkçü) köşesi: Bugünkü siyaset sahnesinde en güçlü şekilde HDP ve onu destekleyen çok sayıda demokratik kitle örgütü ve yüzlerce ilerici aydın tarafından temsil ediliyor. İsim olarak partinin santrforu Selahattin Demirtaş da olabilirdi, ama kendini K-S ve D-L eksenlerinde biraz daha ortaya yakın konumlandırdığı söylenebilir. Ertuğrul Kürkçü bu köşenin daha karakteristik bir temsilcisi.

S-D-E (İhsan Eliaçık) köşesi: İhsan Eliaçık kendine temel olarak dini referans alan bir düşünce adamı olarak milliyetçiliğe ve vahşi kapitalizme aynı şiddette karşı çıkmasıyla tanınıyor. Bu görüş, Eliaçık’ın da bir dönem bağlantı içinde olduğu Antikapitalist Müslümanlar hareketi tarafından da temsil ediliyor. Yakın zamanda CHP’ye katılan Mehmet Bekaroğlu da bu çizgiye yakın.

K-D-E (Dengir Mir Mehmet Fırat) köşesi: Lord Dengir Mir Mehmet Fırat, bu seçimlerde HDP’den aday olsa da, AKP’nin kurucuları arasındaydı ve AKP’nin ilk zamanlarında daha yakın olduğu ve hâlâ Kürt seçmen nezdinde popülerliğini korumasını sağlayan milliyetçilik karşıtı politikalarının mimarlarından biri olduğu söylenebilir. AKP bu pozisyondan hemen hemen tümüyle vazgeçmiş olsa da Fırat çizgisini koruyor.

K-D-M (Devlet Bahçeli) köşesi: En karakteristik olarak ülkücüler tarafından temsil ediliyor, dolayısıyla hareketin lideri Devlet Bahçeli uygun seçim. Tayyip Erdoğan da olabilirdi, ama her şeye rağmen M-E ekseninde ortaya yakın sayılır. Oysa ülkücüler, dincilik konusunda AKP’den sadece bir adım gerideler. Aslında BBP herhalde bu köşeye en yakın parti. Saadet Partisi de kübün bu tarafında yer almalı tabii, ama K-S ve M-E eksenlerinde ortaya biraz daha yakın. Bu kesişim kübün sadece sekizde birini oluşturuyor, ama seçmenlerin yarıdan fazlası burada.

Arkada kalan bir köşe var, S-D-M köşesi. Yani dinci ve milliyetçi olmakla birlikte sosyalist ekonomi yanlısı olanlar… Teorik olarak mümkün olsa da, bildiğim kadarıyla ülkemizde böyle bir siyasi çizgi yok. Herhalde hem dinci hem milliyetçi olunca, yoksulluk ve eşitsizliğe çözüm üretmek için akıl yürütecek alan kalmıyor.

9.5.15

Bir Tuhaf Seçim

İngiltere seçimleri birkaç açıdan ilginç sonuç verdi. İlki, seçim anketlerinin tam anlamıyla “sıçmış” olması. Seçimden bir gün önce yayınlanan anketlerde bile mevcut koalisyonun büyük ortağı Muhafazakâr Parti’nin milletvekili sayısının 280’lere düşeceği ve diğer ortak Liberal Demokratlarla birlikte bile çoğunluğu (326) sağlayamayacağı, ülkeyi büyük olasılıkla en az üç partili bir koalisyonun beklediği öngörülüyordu. Sonuçta Muhafazakârlar çoğunluğu sağladılar, tek başına iktidara geldiler. Nasıl bu kadar büyük bir yanılgı olur, hararetle tartışılıyor.

Bir diğer ilginç nokta da Muhafazakâr Parti’nin tek parti iktidarına, oy oranını arttırmadan ulaşmış olması. Bir önceki seçimde %36,1 oyla 306 mv. kazanmışlar, şimdi %36,9 oyla (sadece %0,8 artış), 331 mv. ve tek başına iktidar (AKP’lilerin ağzını sulandırmış olmalı). Daha ilginci, İşçi Partisi oy oranını %1,5 arttırmasına rağmen mv. sayısı 26 azalmış. Genel olarak alınan oy oranlarıyla kazanılan mv. sayılarına baktığımızda, ikisinin iki ayrı seçime ait olduğunu sanabiliriz. %4,7 oy alan İskoç Ulusal Partisi’nin 56 sandalyesi var, %8 oy alan Liberal Demokratların 8 sandalyesi, %12,6 oy alan faşist UKIP’in sadece 1 sandalyesi…

Bu iki tuhaflığın da tek bir nedeni var: Seçim sistemi. İngiltere, seçimlerin icadından beri dar bölge çoğunluk sistemini kullanıyor. Zaman zaman Türkiye için de önerilen bir sistem… Ülke milletvekili sayısı kadar seçim bölgesine bölünüyor, her bölgeden en çok oyu alan bir kişi seçiliyor. Seçim anketleri aslında oy oranlarında çok fazla yanılmış görünmüyor, ama seçim sistemi nedeniyle büyük miktarda oy boşa gittiği için ve tabii ki seçim anketini 650 seçim bölgesinin tümünde ayrı ayrı yapma imkânı olmadığı için, bu oylarla nasıl bir meclis oluşacağını tahmin etmek için müneccim olmak lazım.

Bu seçimde Liberal Demokratlar büyük bir düşüş yaşamışlar, en çok da Muhafazakâr Parti’ye sandalye kaptırmışlar. Öte yandan Muhafazakâr Parti’den de başka partilere, özellikle de aşırı sağa kayan neredeyse aynı düzeyde oy var, ama bunların karşılığı sandalye olarak değer kazanmıyor. Çünkü UKIP, oylarını arttırmasına rağmen Muhafazakârların hâlâ altında kalıyor. Sadece en çok oyu alan kazandığı için, Muhafazakâr Parti durduk yerde tek başına iktidar oluyor. İşçi Partisi ise çoğu iktidar partilerinden olmak üzere yirmiden fazla yeni sandalye kazanmış. Ama geleneksel olarak hakim olduğu İskoçya’da, neredeyse tüm sandalyelerini İskoç Ulusal Partisi’ne kaptırmış. İskoçlar bağımsızlık referandumu öncesinde verilen sözlerin tutulmamasına kızdıkları için kitlesel olarak bağımsızlık yanlısı İskoç Ulusal Partisi’ne yönelmişler. İktidara kızdıkları için muhalefeti cezalandırmışlar yani.

Bunun üzerine, tahmin edilebileceği gibi, seçim sistemini tartışmaya açanlar var İngiliz kamuoyunda. Seçim sisteminin seçmen tercihlerini meclise yansıtmadığı ve İngiltere’nin de medeni Avrupa ülkeleri gibi nispi temsil yöntemine geçmesi gerektiği yazılıp çiziliyor.

Buna karşı olan hakim görüş ise, bizim ülkemizde pek rastlamadığımız bir fikri öne çıkarıyor: Seçim sisteminde değişiklik yapmak demokrasiye güveni sarsar. Guardian gazetesinin seçim sonuçlarıyla ilgili makalesinde, oy oranlarıya mv. sayıları arasındaki alakasızlığa ve buna neden olan çoğunluk sistemine kısaca değiniliyor ama fazla da üzerinde durulmuyor. Aynı sistemin daha önce sola avantaj sağladığı da olmuştu, şimdi de sağa avantaj sağladı, problem yok, diye geçiştirmişler. İşçi Partisi lideri bile, oylarını arttırmasına rağmen mv. sayısının bu kadar düşmüş olmasına isyan etmiyor, seçim sistemine atıp tutmuyor, başarısızlığı kabullenip istifa ediyor.

Anglosakson kafası bu şekilde çalışıyor demek. “Oyun başladıktan sonra kurallar değişmez” mantığı da diyebiliriz. Oyun üç yüz küsur yıl önce başlamış ve Birleşik Krallık yıkılıp İngiltere Halk Cumhuriyeti kurulmadığı sürece de bu oyun bitip yenisi başlamış sayılmayacak. ABD’de de kurulduğundan beri aynı seçim sistemi var. Adaletli olması o kadar önemli değil, önemli olan bu devletin istediğimiz şekilde çalışmasını sağlıyor mu, sağlamıyor mu? Yazılımcıların gayet iyi bildiği “çalışıyorsa dokunmayacaksın” ilkesine benziyor.

Bu, bütün gelişmiş ülkelerin paylaştığı bir anlayış değil. Mesela beşinci cumhuriyetinin keyfini süren Fransa’da sistemi değiştirmek neredeyse ülkenin milli sporu olmuş. Almanya’da meclisin yarısının çoğunluk sistemiyle yarısının nispi temsille seçildiği bir sisteme yakın dönemde geçilmiş. Seçim sisteminden kaynaklanan temsil sorunları görüldüğünde bunları değiştirmek Kıta Avrupa’sında normal görülüyor.

Hangisinin doğru olduğu konusunda kesin bir sonuca varılamaz belki. Ben, şahsen, “kurallar böyle, yersen” diyen Anglosakson anlayışından ziyade, karmaşık da olsa ideal sisteme varmak için sürekli reform arayan Avrupa anlayışına daha yakınım. Öte yandan sistemi değiştirmenin demokrasiye olan güveni sarsacağı düşüncesinde ilginç bir taraf var. Tabii öncelikle başlangıçta demokrasiye bir güven olduğunu varsayıyor ki bizim için geçerli bir durum değil. Bir diğer özelliği de, sistemi değiştirmenin, bunun daha adaletli ve daha halk yararına bir sistem yaratmak için değil, belli bir partinin yararına olacak şekilde yapılması gibi bir olasılığı dikkate alması. Bunun bizim için geçerli olmadığını söyleyemeyeceğim, tam tersi, eğer seçim sisteminde bir değişiklik yapılıyorsa, bunun iktidardaki partinin yararına olması bizde neredeyse kural gibidir.

Görünen o ki, çoğunluk sisteminde ısrar edilmesinin nedeni, sistemin kendisindeki özelliklerden ziyade, çok basit olması ve eskiden beri değişmeden gelmiş olması. Bir şey eskidikçe onu değiştirmek zorlaşıyor. Aynı şey, işler, evler, hatta evlilikler için de geçerli. Eğer var olan bir şekilde işliyorsa, onu değiştirmenin riskine girmek istemiyorsunuz. İngilizler de, bazen döver, bazen sever, ama yine de bizim seçim sistemimizdir diyorlar herhalde. Sonu gelmez sistem tartışmalarına girmektense, kusurları olsa da şimdiye kadar işlemiş olan sistemlerine dört elle sarılıyorlar.

Kıta Avrupası ise, belli ki demokrasiye güven meselesini başka şekilde anlıyor. Bu sisteme demokrasi denmesinin elle tutulur tek dayanağı seçimlerdir. Demos’un, yani halkın, yönetime doğrudan etki edebildiği tek mekanizma… Eğer demokrasiye inancınız varsa, seçim sistemini kendi yararınıza olacak şekilde eğip bükmenin yollarını aramazsınız. Bu temel siyasi ahlak anlayışına sahip olmayan siyasetçinin siyaset mekanizmaları içinde barınmasına izin vermezsiniz. Bu ihtimali elerseniz, daha adil ve etkili seçim sistemlerini denemek için önünüzde engel kalmaz.

Bizim ise ne kadim bir seçim sistemimiz, ne de siyasi ahlakına güvenebileceğimiz siyasetçilerimiz var. O yüzden aynı pislik çukuru içinde debelenip duruyoruz.

26.1.15

Sıraya Dizdin Bizi Zaman


Stephen Hawking’in popüler bilim klasiği “Zamanın Kısa Tarihi”ni yirmi beş yıl gecikmeli olarak okumaktayım şu sıralar. Hawking’in eklemeleri ve Barış Gönülşen’in yeni çevirisi ile tekrar basılmış. Çevirmenin genel olarak iyi bir iş çıkardığını söyleyebilirim. Yalnız, neresinden bakarsam bakayım bir anlamı varmış gibi görünmeyen bazı cümleler de var kitapta. Tabii konu teorik fizik olunca emin olamıyorum, ben de anlamamış olabilirim. Ama bir ihtimal, bazı yerleri Barış da anlamamış olabilir diye düşündüm doğrusu. Olsun, zaten kitabın tamamını anlamayı beklemiyordum. Özellikle kafama takılan bir iki cümleyi not ettim, bir yerlerde karşılaşırsak Orhan Pamuk’a sormayı düşünüyorum (takdir edersiniz ki Stephen Hawking’in kendisine ulaşmak çok daha zor olacaktır).

Kitabın tamamını anlamayı beklemiyordum dediğim gibi, ama tam aklıma yatmadığı için içime dert olan bazı meselelerde yeni bir bakış açısı vermesini de umuyordum. Bir tanesi de zamanın başlangıcı meselesi. Zaman büyük patlama ile başladıysa büyük patlamadan önce ne vardı diye sorası gelir insanın. Bunun klasik cevabı, büyük patlamadan önce diye bir şey olamaz, çünkü büyük patlamadan önce zaman yoktu, zaman olmadığına göre “önce” diye bir şey de yoktu. Buna cevaben aklıma ilk gelen cümle de “nassı yani” oluyor. Zamanın olmaması ne demek? Zaman olmayabilen bir şey mi?

Hawking bu soruya net anlaşılır bir cevap veriyor, herkesi tatmin etmeyebilir ama beni tatmin etti. Büyük patlamanın bir öncesinin olmasıyla olmaması arasında bir fark yoktur çünkü “… bu zamandan daha önce gerçekleşen olaylar varsa da, bunlar bugün olanları etkileyebilecek durumda değiller, varlıkları göz ardı edilebilir, çünkü bunun gözleyebileceğimiz sonuçları olmaz.” Büyük patlama anı, evrendeki tüm varlığın sıfır boyutlu tek bir noktada toplanmış olduğu mutlak bir tekillik anıdır. O varlığa ait, var olması dışında hiçbir bilginin olmadığı bir andır. Bunun öncesinde var olup sonrasına aktarılabilecek herhangi bir bilgi olamaz. Dolayısıyla “büyük patlamadan önce ne vardı” sorusu, gramer açısından doğrudur ama herhangi bir anlam ifade etmez, çünkü bunun cevabının herhangi bir önem arz edeceği bir varlık var olmamıştır. Tuhaf bir düşünce şekli, ama fizikçilerin kafası böyle çalışıyor.

Tabii bu, ilgilisi için teolojik soruları da kışkırtan bir mevzu. Hawking de yeri geldikçe Tanrı ve yaratılış konularına tatlı tatlı değiniyor. Eğer Tanrı her şeyi yarattıysa, zamanı da yaratmış olmalı. Bu da zaman yokken Tanrı var demektir, ama biz zamanın olmamasına ancak mutlak bir hiçlikten başladığında anlam verebiliyorduk. Yani zamanın var olmasından önce var olan ve sonrasını etkileyen bir şey varsa, bunun zamanın var olmasından önce olmasının bir önemi olur. Dolayısıyla eğer “önce” varsa, zaman da var demektir. Oysa zamanın var olmadığı durumdan bahsediyorduk. Paradoksa düşüyoruz. Çözmek için şunu kabul etmek zorundayız: Bir Tanrı varsa, zamanın olmadığı bir durumda var olamaz. Eğer Tanrı hep varsa zaman da hep olmalı. Sanki büyük patlama teorisi, Tanrı’nın başlangıçsızlığı ilkesiyle çelişiyor gibi. Ama Tanrı’nın, büyük patlamadan önce varsa dahi, yapacağı pek bir şey yok, eninde sonunda “vur patlasın” demekten başka. Yani Tanrı olarak ilk etkinliğini gerçekleştirdiği anda zaman da başlamış oluyor, dolayısıyla bu çelişkinin de pek bir önemi kalmıyor.

Zamanı anlamak bir problem, tanımlamak da ayrı bir problem. Özellikle döngüsel olmayan bir tanım yapmak, yani tanımlarken kullandığımız sözcüklerden hiçbirini tanımlamak için zaman kavramını kullanmak zorunda kalmayacağımız bir tanım yapmak neredeyse imkânsız gibi. Bu yüzden, yeni bir sözlük gördüğümde, ciddiyeti ve kalitesi hakkında fikir sahibi olmak için “zaman” maddesine bakmak gibi bir alışkanlığım vardır. Aşağı yukarı diğer her şey zaman kavramı kullanılarak tanımlandığına göre, zaman nasıl tanımlanmıştır acaba? Bazıları özensizdir, mesela evdeki bir İngilizce sözlükte “zaman; saat, dakika ve saniye cinsinden ölçtüğümüz şeydir” diyor. Saat, dakika ve saniye nasıl tanımlanıyor olabilir dersiniz? Tabii ki birer zaman birimi olarak. Döngüsel tanımlama dediğim bu. TDK sözlüğünde de “bir işin, bir oluşun içinde geçtiği, geçeceği veya geçmekte olduğu süre” diyor. Süre ise “bir olayın başı ve sonu arasında geçen zaman parçası” diye tanımlanıyor. Yani “zaman” ve “süre” sözcüklerinin ikisinin de anlamını bilmiyorsanız, bu sözlükten öğrenemezsiniz.

Bu konudaki en kaydadeğer çabayı Pars Tuğlacı’nın görkemli eseri Okyanus Ansiklopedik Sözlük’te gördüm (Türkçe’nin en değerli sözlüklerinin Ermeni yazarların elinden çıkması da ilginçtir). Şöyle diyor: “Olayların ardışıklığını görerek aklımızda yarattığımız ve olayların bundan sonra da içinde olup gideceklerini düşündüğümüz, başı ve sonu olmayan soyut kavram.”

İlginç! Zaman kavramı, daha doğrudan algıladığımız ardışıklığa göre tanımlanıyor. Yani biz öncelikli olarak ardışıklığı, yani olayların birbirinden önce veya sonra olmasını algılarız. Zaman da tüm olayları birbirine göre öncelik-sonralık ilişkisi içine sokabileceğimiz bir eksen işlevi görür. Zaman bizi sıraya dizer başka bir deyişle. Askerde bizi boy sırasına dizmeleri gibi mesela. Boy sırasına girin dendiğinde, boy sırası orada öyle boş duruyor ve biz gidip ona giriyoruz gibi bir durum yoktur. Boy sırası, bizim sıraya girmemizle oluşmaktadır, hiç kimse sıraya girmezse, sıra diye bir şey olmaz. Zaman da bir şeylerin bir şeylerden önce veya sonra olmasıyla oluşmaktadır. Olayların zaman içinde bir öncelik sırası olması da ancak başka olayların nedeni veya sonucu olabildiklerinde bir anlam ifade ediyor. Neden-sonuç ilişkilerinin olmadığı, yani hiçbir olayın bir başkasının nedeni veya sonucu olmadığı bir evrende, hangisinin önce hangisinin sonra olduğunun bir önemi olmazdı. Dolayısıyla olayları sıraya dizmeye de zaman gibi bir kavrama da ihtiyacımız olmazdı.

Kitapta zamanın yönü ile ilgili de bir takım tartışmalar var. Bir bölüm, zamanın neden ileri doğru aktığı ve neden geleceği değil geçmişi hatırladığımız üzerine. Zamanın ileri doğru akması fikri, bana kebapçılarda sık sık karşı karşıya bırakıldığımız zorlu bir tercihi hatırlattı:

– Önden bir çorba alır mıydınız?

Alabilirdik, veya almazdık, alsak da az çorba alırdık, ama neden önden?

Ön, hareket eden cisimler söz konusu olduğunda, hareket ettiği yönde olan anlamına gelir. Hareket etmeyen varlıklarda biraz daha karışık, ama bunlarda da bir tür kişileştirme yapılıyor gibi geliyor bana. Evin önü derken, evin asıl giriş kapısının olduğu, caddeye bakan tarafı kast ediyoruz. O tarafa ön diyor olmamız, insan yüzüyle bir özdeşlik kurmamızdan olabilir, evin ön tarafı bize bakan yüzüdür. Ağacın önü dediğimde, benim nerede bulunduğuma göre anlamı değişebilecek bir şey söylemiş oluyorum. Ağacın önü, ağaçla benim aramda kalan bölgedir, ağacın bana göre diğer tarafı da arkasıdır. Ağacın bir yüzü olsa ve bana bakıyor olsa öyle olurdu çünkü. Bu sadece bir hipotez tabii, üzerinde düşünülebilir. Ama hareket eden cisimler söz konusu olduğunda, “ön” dediğimiz, tartışmasız, hareket ettiği yöndür. Hareket eden varlıklar öne doğru gider.

Bu durumda, az çorba ne açıdan Adana kebabın önünde oluyor? Çünkü zaman ileri doğru akıyorsa, Adana kebap, çorbaya göre zamanın akış yönündedir, yani öndedir, çorba ise arkadadır. Bu durumda garsonun siz sandalyenize yerleşirken “arkadan bir çorba alır mısınız” diye sorması gerekmez mi? (Garsonsanız, yine de, tatsız yanlış anlaşılmalara meydan vermemek adına, geleneksel tabirlerden şaşmamanızı tavsiye ederim).

“Önce” sözcüğü de “ön”den türemiştir. Üstelik bu Türkçe’ye özgü bir durum değil, başka dillerde de “önce” anlamına gelen sözcükler, “ön” anlamına gelen sözcüklerle benzeşiyorlar. Buradan aslında zamanın yönünü nasıl algıladığımız anlaşılıyor. Zaman ileri doğru akmaz, geriye doğru akar. Biz, zamanda ileri doğru gideriz. “Şimdi” dediğimiz an, zaman ekseninde ileri doğru gitmektedir. Eğer “şimdi”yi sabit kabul edersek, zaman da “şimdi”ye göre geriye doğru akıyor demektir. Yani zamanın bir akışı varsa, geriye doğrudur. O yüzden az çorba önde, Adana kebap arkadadır. Çünkü az çorba, hareket eden varlığın, yani zamanın, hareket ettiği yöndedir, yani geçmiştedir. Bizim geleceğe doğru gitmemiz, zamanın geçmişe doğru gitmesi demek oluyor. İnsanoğlu, zamanı ayrı bir kavram olarak tanımlarken, akış yönü konusunda da genel bir yanılgıya düşmüş gibi görünüyor. Stephen Hawking de kitabında, pek çok kez, zamanın ileri doğru aktığından bahsediyor. Bu itiraz karşısında ne derdi acaba? İtiraz fiziksel olmaktan ziyade dilbilimsel olduğu için pek ilgisini çekmeyebilir. Ya da “abi olay zaten karışık, bir de sen bulandırma” diyebilir. Tabii büyük bir olasılıkla kendisine sorma şansı bulamayacağım, ama bir yerlerde karşılaşırsak Orhan Pamuk’a sorabilirim belki.

10.1.15

Charlie

Charlie Hebdo katliamı, 11 Eylül’den çok 2 Temmuz’a benziyor. Fransa’da Sivas katliamı daha bilinir olsaydı, Fransa’nın 2 Temmuz’u diyebilirlerdi. Bunu demekle, 11 Eylül’e göre daha hafif olduğunu söylemiyorum. Tersine, bence bu olay, tüm yüzyılı etkileyecek daha derin bir kırılmanın başlangıcı olabilir. Bunun etkilerini, 11 Eylül’de olduğu gibi, hemen arkasından başlayan savaşlar, işgal edilen ülkeler şeklinde görmeyeceğiz belki. Ama bu, Avrupa’nın güzel düşünülmüş barış ve hoşgörü temelli özel bir projesinin, çokkültürlülüğün sonunun başlangıcı olacak.

Bana bu düşünce konusunda ışık tutan şey, Saadet Partisi Genel Başkan Yardımcısı Birol Aydın’ın sözleri oldu. Aynı minvalde şeyler söyleyen çok sayıda insandan biri… Saldırıyı, elinde herhangi bir belge veya kanıt olduğuna dair bir intiba verme zahmetine dahi girmeden, yeni emperyalist girişimlere zemin hazırlama amacındaki Fransız (derin) devletinin düzenlediğini iddia ettikten sonra, aynı gün Yemen’de de 35 kişinin öldürüldüğünü ama Fransa’da öldürülen 12 kişinin nedense daha büyük yaygara kopardığını söylüyor.

Üzerinde düşünmeye değer. 12 kişinin ölümü mü daha kötüdür, 35 kişinin ölümü mü? Bütün insanları eşit kabul ettiğimize göre ve 35 > 12 olduğuna göre 35 kişinin ölümü daha kötü olmalı. Yoksa bütün insanları eşit kabul etmiyor muyuz? Yoksa bir Fransızın hayatı bir Yemenlininkinden daha mı değerli?

Buna başka bir soruyla cevap verebiliriz. Hint Okyanusu’ndaki tsunamide 200 bin kişinin ölmesi mi daha kötüdür, yoksa kedinizin ölmesi mi? Bu olayın Fransa halkı üzerindeki etkisini anlamak için yol gösterebilir. Bir ölümden, ölen kişinin sizin hayatınızda kapladığı yer ölçüsünde acı duyarsınız. Charlie Hebdo’yu basan iki şerefsiz, 12 kişiyi değil, bir halkın çocukluk anılarını, üniversite kantinlerindeki kahkahalarını, sohbet konularını, fıkralarını, hikayelerini katlettiler. Fransa halkının algısında, bu, bazı insanların bedenlerine değil, bütün bir halkın ruhuna kurşun sıkılmasıdır.

Asıl kırılma ise, Birol Aydın ve benzerlerinin bakış açılarından kaynaklanıyor. Bizim ülkemizde son derece yaygın, muhtemelen diğer müslüman ülkelerde de durum farklı değildir. Açıkça sevinenler, alkış tutanlar bir yana, saldırıyı kınayanlarda dahi bir küçümseme hali yaygın. Hiçbir empati çabası göze çarpmıyor. “Gerçek İslam bu değil” lafının, saldırının acısını yüreğinde duyanlarda hiçbir karşılığının olmadığının farkında değiller. Fransızlar, emin olun, şu sıralar gerçek İslam’ın ne olduğunu hiç merak etmiyor. Gerçek İslam’la gerçek olmayan arasında ayrım yapma çabası, bazı müslümanların, bu saldırının müslümanlara yaşattığı utancı reddedip üste çıkma çabasından başka bir şey değil. Dünya müslümanlarına düşen, ismen de olsa sizinle aynı dine mensup bu caniler adına özür dilemek ve susmaktır. Daha fazlası değil. Ama dünya müslümanları bunu yapmıyorlar. Onun yerine, canilerin mesajını doğrudan ya da dolaylı olarak sahipleniyorlar.

Bunun karşısında İslamofobinin ve aşırı sağın yükselişe geçeceği muhtemelen doğrudur. Ama asıl endişe etmemiz gereken şey o değil. Bununla birlikte, en sağdan en sola kadar tüm siyasal görüşler ve oluşumlar pozisyonlarını yeniden tanımlamak gereği duyacaklar. Charlie Hebdo, Avrupa’nın özgürlükçü sol düşüncesinin bir yüzüydü, aşırı sağın değil. Saldırıya uğrayanlar, düne kadar, müslüman ülkelerden gelenler de dahil olmak üzere göçmenlerin, yoksulların, ezilenlerin hakları için mücadele eden, onları kucaklayacak bir çokkültürlülük projesi için kafa yoranlardı. Batı kültürünün içindeki ırkçılıkla, sömürgeci zihniyetle mücadele edenlerdi. Ama İslam dünyasına öyle bir cehalet hakim ki, kimse bunun ayrımını yapabiliyor gibi gözükmüyor.

Bugünden sonra, Avrupa’da şimdiye kadar sadece aşırı sağdan duyduğumuz bazı şeyleri artık herkesten duyacağız. Artık sosyal demokratlar arasından da ülkelerinin müslümanlardan temizlenmesi gerektiğini söyleyenler çıkmaya başlayacak, belki başka sözcüklerle ama bu anlama gelecek şekilde. Dinsel özgürlüğün anlamı değişecek, inanç özgürlüğü artık o inancın yarattığı potansiyel tehditten bağımsız görülmemeye başlanacak. Dün ırkçılığın türevi olarak kabul edilen bazı kavramlar bu kapsamdan çıkarılacak. Mesela İslamofobi, kelime anlamıyla “İslam korkusu” artık bir ırkçılık türü değil, insanın doğal bir dürtüsü kabul edilmeye başlanacak. Sonuçta ırkçılığın tanımını da Batılılar yapmıştı, biz onların yaptığı tanımları kullanıyoruz. Onlar tanımı değiştirdiğinde biz de yeni tanımına ırkçılık demeye başlarız.

Peki, bu saldırı, gerçekten de, bütün bu etkiler hesap edilerek, emperyalist hedefleri olan gizli güçler tarafından, müslümanların üzerine yıkılmak için organize edilmiş olabilir mi? İşin doğrusu, bunun pek bir önemi yok. Önemli olan, müslümanların bu vahşet karşısında saldırıya uğrayanlarla bir gönül birliği içine girmeye ne kadar istekli oldukları. Şimdiye kadar pek istekli gibi görünmüyorlar.