17.2.11

Müsemma

Nuri Bilge Ceylan’ın ikinci uzun filmi Mayıs Sıkıntısı, ün olarak ondan sonraki filmlerinin gölgesinde kaldı belki ama ne görsellik ne içerik açısından onlardan aşağı kalmaz. Hatta kişisel fikrime göre sonraki iki filmi Uzak ve İklimler’den daha iyidir, hem görkemli hem komiktir, dolu dolu bir filmdir. Zamanında Fatih Özgüven’in, film hakkında “son dönem hareketlenen Türk sineması, ilk kez başyapıt düzeyinde bir film çıkardı” tarzından bir şey yazacak kadar heyecanlandığını hatırlıyorum. Ceylan’ın filmin adıyla ilgili bir soruya “Mayıs ayı bana hep bir sıkıntı verir, ondan öyle” gibi bir cevap verdiğini okumuştum. Ne kadar kişisel ve sanatsal bir açıklama! Ama filmin adını Mayıs Sıkıntısı koymak, ya da herhangi bir şeyin sıkıntısı koymak, zaten kısıtlı izleyici kitlesine, güçlü bir şekilde “Gelmeee!Gelmeee!” mesajı vermek değil midir? Üstelik film aslında hiç sıkıcı, sıkıntılı değilken, sıkıntı üzerine bile değilken…

Ezilenlerin Sosyalist Platformu diye bir yapılanma var, sanırım yakın dönemde parti oldular. Devrimci bir çizgide sert bir muhalefet sürdüren bir örgüt. Devrimci olmak, başlıbaşına sorunların çözümünü kitlenin ayaklanmasında görmek değil midir? Yani ilkelerinden ödün vermemek konusunda ne kadar kararlı olurlarsa olsunlar, asıl olarak bir kitle toplamak, daha çok insana hitap etmek, daha çok insanın, özellikle toplumun çoğunluğunu oluşturduğunu bildiğimiz yoksulların desteğini almak. Ama kitlenin bu harekete katılmak için, kendilerini “ezilen” olarak tanımlamasını beklemek, bana çok naif geliyor, gerçek bu olsa bile… İnsanoğlu koşullar ölümcül olmadığı sürece katlanma eğilimindedir, yani “evet, biraz geçim sıkıntısı var ama o kadar da eziliyoruz denemez canım” demeyi severler. “Allah’a şükür aç değiliz, açıkta değiliz” demeyi severler. Gerçekten aç veya açıkta olanları da “kurtuluş yok tek başına” sloganına inandırmak daha da zordur. Bunu kitlelerin bilinçsizliği diye kestirip atmak biraz eksik kalıyor.

Sol düşüncenin kitleselleşmesinin baş engellerinden biri, insanları durumlarının kötü olduğuna inandırmayı beklemesi aslında. İnsan durumunun kötü olduğunu kabullenmek istemez. Muhtemel/müstakbel taraftarlarına “ey şanlı kudretli milletimin kıllı aslanları” diye hitap eden siyaset biçimlerinin karşısına “ey ezilen, sömürülen, üç beş kodamanın elinde oyuncak olmuş halkımın sünepe insanları” diyerek çıkmak, biraz, dürüstlüğü abartmak oluyor. Sırf dramatik etki için bile, herkese malum olanın açık açık söylenmemesi meşrudur. Sonunda sürpriz şekilde katilin uşak olduğunun anlaşıldığı bir romanın adını “Uşağın Vahşeti” koymak istemeyiz (tam olmadı ama neyse).

Bir sanat eserine isim bulurken, gogullanabilir olmasını da hesaba katmalıyız artık sanırım. İlk olarak Onur Ünlü’nün Polis filmiyle ilgili ne yazılmış diye merak ederek aradığımda fark etmiştim. Bayağı zorluk çekmiştim filmle ilgili bir şeylere ulaşana kadar, vatandaşın polisle bayağı derdinin olması yetmiyormuş gibi, onur ve ünlü de pek az rastlanan kelimeler değilmiş belli ki. Menteş’in Dublörün Dilemması nefis bir örnek, ama şimdi yazarken fark ettim ki, onun sonuna bir tane daha “sı” eklemeliydim (Menteş’in Dublörün Dilemması’sı). Böyle de tuhaf oluyor. O zaman, mümkünse bundan da kaçınalım, isim tamlaması şeklinde isimler koymayalım.

Emir kipi şeklinde roman veya film adları çok karizmatik gelir bana; Obre Los Ojos (Aç Gözünü), Curb Your Enthusiasm (Heyecanını Bastır), Don’t Look Back (Arkana Bakma). Ne var ki insanlara konulduğunda, ismi taşıyan kişide bir gerginlik, o ismin hakkını verememek konusunda bir kaygı yaratabileceğini düşünürüm hep. Mesela “Okşan” adını taşıyan biri sürekli okşanma ihtiyacı mı duyar? Riskli. Ya da “Sevil” adını taşıyan biri, sevilmediğini fark ettiğinde herkesten daha çok mu acı çeker? Adı “Serpil” olan biri, pek serpilememişse, kimlik bunalımı yaşar mı? Adı “Damla” olan biri… Şimdi düşünüyorum da, belki “Damla” ismini yanlış anlamış olabilirim.

Bir de başlık olduğu eseri imha eder tarzda isimler vardır. Aklıma gelen en bariz örnek “Osmanlı Cumhuriyeti”. Fragmanını izlediğinizde ortada bir cumhuriyet olmadığı anlaşılıyor. Evet, Osmanlı Devleti’nin günümüzde de devam ettiği fantezisinin başlıktan kestirilebilmesini istiyorsunuz. Bunu nasıl yapacaksınız? Kolay iş değil. Ama filme milyon dolar harcıyorsanız, birkaç gün düşünüp buna da çözüm bulursunuz kardeşim (yazdıkça sinirleniyorum). Sonuçta koyduğunuz ismin filmin içeriğiyle çelişmesi, gişede problem yaratmayabilir, insanların bu tarz özensizliklere alışkın olduğunu varsayabilirsiniz. Ama gönüllerde mahkum olursunuz. (Abarttım mı?)

Yabancı filmlere bulunan Türkçe adlardaki densizlikler, bu konuda eşsiz. ”Things to Do in Denver When You’re Dead” (Ölüyseniz Denver’da Yapılacak Şeyler) diye bir film vardı bir zaman. Türkiye’de “Karışık İlişkiler” adıyla oynamıştı. Türkçe adı, filmle ilgili olmaktan çok, çevirmenin bunalımını yansıtıyor sanki.

Koç grubu Arçelik markasını ihraç etmeye karar verdiğinde, bazı ileri görüşlü uzmanlar, bu markanın, İngilizce okunursa “Arse Lick” (afedersiniz, “göt yalama”) diye okunabileceği uyarısını getirmişler. Bunun üzerine Beko markası ortaya çıkmış. Yazık olmuş, milletçe dünyanın en meşhur buzdolaplarına sahip olabilirdik.

Seçme şansım olsaydı, adımın Klaus olmasını isterdim. Sanki, biriyle tanıştırılırken, kendinizden emin bir şekilde elinizi uzatıp çapkın bir gülümsemeyle “Klaus” diyebiliyorsanız, asla sırtınız yere gelmez gibi geliyor.