15.11.13

Bilim, Kurguya Karşı

Örümcek Adam çizgiromanında “ağ fırlatıcı” denen bir alet vardır. Örümcek Adam’ın gökdelenlere ağ fırlatarak havada uçarcasına ilerlemesini sağlayan şey… Süper güçlerinden tamamen bağımsız olarak, kendisinin icat ettiği bir mühendislik harikasıdır. Örümcek olmakla kalmaz, aynı zamanda mucittir yani. Arada ağ fırlatıcıların içindeki ham madde biter, Örümcek Adam maceranın kalanını ağ desteği olmadan, sadece hoplayıp zıplayarak tamamlar. Çizgiromanı ilk okuduğum zamanlar, “ne saçma” demiştim kendi kendime, bunu da süper güçlerinden birisi yapsaymışlar ya! Nitekim, Sam Raimi’nin film uyarlaması üçlemesinde burası değiştirilmişti, ağlar, gayet isabetli bir kararla, kendi vücudundan çıkan şeyler, yani örümceklik halinin bir uzantısı haline getirilmişti.

Bu ağın var olduğu bir dünyada, bir çok şey farklı olurdu. İncecik bir ipliği Örümcek Adam’ı taşıyabiliyorsa, biraz daha kalını, gemilere yüklenen konteynerleri falan taşıyabilir mesela. Üstelik fazla maliyetli bir şey de olmasa gerek, örümceklikten pek bir ek gelir sağladığını görmediğimiz Peter Parker, kendi imkanlarıyla bunlardan bol miktarda elde edebildiğine göre. Bunlar bir yana, her biri mucizevi olan iki ayrı özelliğin, birbirinden bağımsız olarak aynı kişide bulunması, inandırıcılığı yerle bir ediyor. Örümcek Adam’da inandırıcılık mı arayacağız diyebilirsiniz, ama öyle olmuyor. Peter Parker’ın radyoaktif bir örümcek tarafından ısırılıp süper güçlere kavuştuğuna inanırız (mecburen). Bir üniversite öğrencisinin olağanüstü esneklik ve dayanıklılığa sahip bir madde icat etmesine de inanabiliriz, ama bu ikisinin aynı kişi olması fazla gelir. Olasılık meselesi… Doktor House’da tekrarlanan bir temayı getiriyor akla. Dizinin, seyircinin genelde yarım kulakla dinlediği tıbbi tartışmaları, bir tahtaya alt alta belirtilerin yazılması ve bunların hepsini birden açıklayan rahatsızlığın ne olabileceğine kafa patlatılması şeklindedir. Arada, bazen, ekipten biri, iki ayrı belirtiyi iki ayrı az rastlanır hastalıkla açıklamaya kalkar. House hemen itiraz eder, her biri milyonda bir rastlanan iki hastalığın birbirinden bağımsız olarak aynı kişide bulunması, trilyonda bir ihtimaldir, üzerinde bir saniye bile düşünmeye değmez.

Bilimkurgu dediğimiz şeyin, kurguladığı bilimsel şeyin gerçekten bilime uygun olması gibi bir derdi yoktur. Hatta nasıl çalıştığını anlatma gibi bir zorunluluğu da yoktur. Ama herhangi bir hikayenin inandırıcı olması için gereken kurallar, bilimkurgunun bilimsel zımbırtıları için de geçerli. Kadının kocasının patronunun, aynı zamanda üvey annesinin eski kocası olduğuna inanabilirsiniz, ama bir de İsmet İnönü’nün torunu çıkarsa, “yok artık” dersiniz. Öyle bir şey…

Film veya televizyonda olduğunda, kurgulanan bilimin inanılabilir olduğu kadar görülebilir de olması gerekiyor. Bu konuda en çok zorluğu çıkaran alet de, tuhaftır, bilgisayardır. Tuhaftır diyorum, çünkü en cafcaflı görsel efektler bilgisayarla yapılıyor. Ama bilgisayarın çalışmasının pek görsel bir tarafı yoktur. Bilgisayarın çalışmakta olduğunu görmemiz gereken sahnelerde, filmciler, bir görselleştirmeye ihtiyaç duyarlar. Mesela, DNA analizi yapan bir program çalışırken, illâ ki ekrana kendi çevresinde dönen üç boyutlu DNA sarmalı animasyonu gelir. Aslında bu görüntü, bilgisayarın yaptığı işe hiçbir katkı sağlamadığı gibi, ekstra yük getirir. Ama film seyircisinin “please wait” yazan bir ekranı seyretmek istemeyeceği düşünülür, bilgisayarın ne iş yaptığını görmesi gerekir.

Bu konudaki en ilginç örneklerden biri “veritabanı araştırması” görüntüleridir. Bir yüz fotoğrafının, ya da parmak izinin veritabanına kayıtlı örnekler arasından sorgulanması esnasında, bilgisayar ekranının bir yarısında aradığımız örnek bulunurken, diğer yarısından da hızlıca veritabanına kayıtlı örnekler birbiri ardına görünür. Bir yandan DNA sarmalındaki problem burada da vardır, bilgisayar karşılaştırmayı arka planda yapar, tutmayan örnekleri ekrana getirmesi ekstra bir yükten başka bir şey değildir. Ama daha tuhaf olanı, bu görüntüden anladığımız kadarıyla, parmak izi veritabanı, tek tek bakılarak, yani veritabanı tabiriyle söylersek “full scan” ile sorgulanmaktadır. Ve nasıl oluyorsa, aradığımız örnek, her seferinde, ekrana gelen ilk yirmi, bilemedin elli örnek içinde bulunur. Halbuki bu veritabanında milyonlarca parmak izi kayıtlı olmalıdır, teker teker bakmakla biraz zor biter. Gerçekçi bir senaryoda kahramanlarımız işlemi başlattıktan sonra ayrılırlar, orada beklemelerine gerek yoktur. Birkaç gün sonra, müsait olduklarında tekrar uğrayıp bakarlar, belki sonuç alınmıştır. Bu arada belki iki tek atarlar, iki çift lafın belini kırarlar. Ama bunlar tabii büyük olasılıkla işten başka bir şey düşünmeyen, gecesi gündüzüne karışmış Amerikan polisleridir. Onların yapacağı muhabbetten de hayır gelmez, işten başka konuşacak şeyleri yoktur. Hatta söyleceyecekleri bitince, parasını peşin verdikleri içkiyi de orada bırakır, çıkıp giderler, insanın tepesini attırırlar. Bu ne aceledir, ne telaştır, madem içmeyecektin niye ziyan ediyorsun?

Neyse, dağıtmayalım, sözün özü, bilimkurgu yazıyor olmanız, her şeyi uydurabileceğiniz anlamına gelmez, kendi kurguladığınız gerçekliğe sadık kalmalısınız ve matematiğe ihanet etmemelisiniz. Bu arada, bırakınız, bilgisayarlar, kimseyi rahatsız etmeden, arka planda çalışsınlar.