Serbest seçimlerin uzun süredir kesinitisiz yapıldığı ülkelerde, iktidara aday olan partiler ya da blokların oy oranları hep %50 civarında seyrediyor. Biraz üstünü alan iktidar oluyor, biraz altında kalan muhalefette kalıyor. Belli kampların netleştiği, en az birkaç kuşaklık geçmişi olan partilerin başı çektiği yerlerde çoğunlukla böyle. Nispeten daha yeni demokrasilerde, ya da bizdeki gibi serbest seçimlerin sık sık kesintiye uğradığı ülkelerde, bu kamplaşma henüz oluşmamış olabiliyor, ama çoğu Batı ülkesi, yüzde ellinin az üzerinde bir desteği olan hükümetlerce yönetiliyor. Yani, demokrasinin en gelişmiş olduğunu kabul ettiğimiz ülkelerin çoğunda, halkın yarıya yakınının temsilcileri iktidara muhalif.
Burada bence açıklamaya ihtiyaç duyan şey, idealde devletin daha geniş bir uzlaşmayla yönetilmesini, iktidarın daha güçlü bir desteği olmasını arzuladığımız halde, neden çoğunluğun az üzerinde desteği olan iktidarlarla yetinmek zorunda kaldığımız.
Benim aklıma yatan açıklama şu: İktidara aday bloklar, bir kere yüzde elliyi bulduklarında, daha fazla desteği aramanın maliyeti, getireceği yararı karşılamıyor. Maliyet derken sadece paradan bahsetmiyorum, aynı zamanda düşünsel bir maliyet, farklı kesimleri ortak bir noktada uzlaştırmak için verilecek daha fazla emek söz konusu. Çoğunluk elde edildikten sonra, oy oranını daha da arttırmak için gösterilecek çabaya değecek bir kazanç yoktur. Çünkü zaten yarıyı geçtiğiniz anda, her şeyi yapabilirsiniz. Yapmayabilirsiniz de, ama o sizin için artık ahlaki bir meseledir.
Çoğunluk, demokrasinin en rahatsızlık verici kavramlarından biri. Her ne kadar uzlaşma, azınlık haklarına saygı gibi kavramlar sürekli anılarak öne çıkarılsa da, olay eninde sonunda, seçeneklerin ikiye indiği ve yarıdan fazla oy alanın kazandığı bir çekişmeye evriliyor.
Liberal demokrasiye daha yürekten inanan kişiler, bu 50-50 dağılımın, iktidarın her an değişebilir olmasını, böylece de demokrasinin kökleşmesini sağladığını söyleyebilirler, ama bana bu, asıl dinamiğin yan etkisi gibi geliyor.
Bizdeki iktidarın, (yuvarlak hesap) %50’yi gördükten sonra, küstahlığın ve müdahaleciliğin dozunu iyice arttırması da bunun tipik bir örneği. Yuvarlak hesap kısmının da altını çizmekte yarar var; bildiğimiz gibi AKP hiçbir seçimde %50’yi bulmadı. 2011 genel seçimlerinde %49,8 oyla en yüksek oranlarını elde ettiler, ama maalesef hâlâ %50’nin altında. Yeterince yaklaştılar diye onları çoğunluk ilan edecek bir merci bulunmuyor; onlara oy vermeyenler, oy verenlerden fazla. Buna rağmen, kendilerinden çoğunluk diye bahsetmekte sakınca görmüyorlar. Dahası, çoğunluk kavramını abartılı bir sıklıkta kullanıyorlar. Gezi Parkı meselesi gibi haksız oldukları ayan beyan ortada olan bir konuda bile, kendi sözlerini çoğunluğun sözü diye ilan ediveriyorlar (çoğul konuşuyorum ama aslında tekil tabii).
Bu, başlangıçtaki düşüncemi güçlendiriyor. Çoğunluk kavramına bu kadar sarılmak, aklına eseni yapma arzusunu dışavuruyor. Batı’da bir şekilde artık yerleşmiş olan ahlaki temel, bizde eksik olduğu için, yalan, iftira, saptırma, manipülasyon, kendi fikrinden (ya da dininden) olmayana düşmanlık bizde sıradan kabul ediliyor, adeta iktidar olmanın gereği gibi. Çoğunluğu sağladıysan bunlara hak kazanıyorsun.
Gezi Parkı olayında, iktidarın tam olarak bu şekilde davranacağını bir çoğumuz biliyor olmalıydık. Sadece son 30 yıldır Kürtlerin neyle karşı karşıya olduğuna bir bakmamız yeterdi. Devletin, çok basit ve temel bir hak arayışına nasıl bir şiddetle saldırdığını, buna karşın medyanın nasıl hep bir ağızdan kurbanları saldırgan gibi gösterdiğini, serbest (kalabilen) medyanın nasıl terörist muamelesi gördüğünü bu ülkede ilk kez görüyorsanız, çevrenize ve yakın tarihinize biraz daha dikkatle bakmanız gerek.
Ama, işin doğrusu, “parkı kesip beton dökmeye kararlı bir başbakan ve parkı korumak için direnen gençler” görüntüsüyle daha önce karşılaşmadık. Dünyanın başka bir ülkesinin de karşılaşmış olduğunu sanmam. Gerçek olduğunu bilmesek, Sacha Baron-Cohen tiplemesi olduğunu sanabilirdik.
Bütün bu rezillik karşısında sakin kalmak zor olabilir. Ama, mesela, AKP mitinglerinde toplananlara kızmaya hakkımız yok. Lidere tapınma ve bağlılık, insan türünün en kadim davranışlarından biridir. Lidere bağlılık, öncelikle güven demektir, onun söylediklerinin doğru olduğuna dair mutlak bir güven. Bu mürit için, olası haber kaynaklarından hiçbiri, liderin kendisinin sözü kadar güvenilir olamaz. Üstelik birileri, bu kadar inandıkları kişiden bu kadar nefret ediyorsa, artık asıl meselenin ne olduğunun önemi kalmaz. Kazlıçeşme mitinginde fikrini beyan eden bir vatandaşın dediği gibi: “Gezi Parkı için bu kadar eyleme gerek yok... bence... Türkiye’de tek Tayyip Erdoğan”. Yani, aşağı yukarı şunu demek istiyor: “Gezi parkı meselesinde saçmaladı diye Tayyip Erdoğan’dan vazgeçecek değiliz”.
Siyasetçilere biraz daha kızabiliriz, çünkü onlar koşulsuz bağlılıktan çok kendi kariyerlerinin geleceğinin hesabı içindedir. Ama sonuçta aynı organizasyonun bir parçasıdırlar, bu gibi kriz durumlarında, lidere itaat etmekle örgütü terk etmek arasında bir seçim yapmak zorunda kalırlar. Örgütü terk etmiyorlarsa, mecburen lidere yalakalık ederler.
Ama, doğrusu, bu manzara karşısında, iktidarın zulmünü alkışlayan düşünce adamlarının, gazetecilerin, bunu kendi akılları ve vicdanlarıyla, gerçekten doğru buldukları için yaptıklarına inanmak, bana da zor geliyor.