20.3.14

Siyasette CSI Etkisi

Babaannem, insanoğlunun Ay’a ayak basmasından sonra yirmi yıl daha yaşadı, öldüğü güne kadar Ay’a ayak basıldığına inanmamıştı. İnanmaması belli bir nedene dayanmıyordu, herhalde şöyle göz kararı bir ölçüp biçmişti ve bunun gerçek olamayacağına kanaat getirmişti. Tabii, hayatının büyük kısmı boyunca çevresinde anlayamadığı bir teknolojinin ürünü aletler yoktu. Onun zamanından beri, teknoloji konusundaki ortalama bilginin çok fazla ilerlediğini söyleyemeyiz, ama artık çoğu insan, nasıl çalıştığını anlayamadığı gereçlerle çevrili durumda. Neyin teknolojik olarak mümkün olduğu konusunda dayanacağı hiçbir kaynak yok. Kendi bilgisi onu anlamaya zaten yetmiyor, televizyonda izlediğinin de, film, reality show ya da haber programı olması fark etmiyor, gerçek mi, kurmaca mı olduğu konusunda hiçbir fikri yok. Günümüzün insanı, babaannemden çok daha kötü durumda aslında. Babaannem, en azından kendi gözüne ve izanına güvenip, insanın Ay’a gidemeyeceği konusunda fikir yürütebilecek kadar akıl sahibiydi. Şimdinin insanlarının kendilerine ait akılları yok, başkalarının onlar adına yürüttüğü akılla idare ediyorlar.

Amerika’da, özellikle hukuk sisteminde etkisini hissettiren CSI etkisi diye bir problemden bahsedilir olmuş son zamanlarda. Makbul (ama bilgili olması gerekmeyen) vatandaşlardan seçilen jüriler, CSI dizisinde gördükleri teknolojinin gerçekten var olduğunu düşündükleri için, gerçek hayatta elde edilmesi mümkün olmayan kanıtları bekler olmuşlar. O yüzden normalde mahkum olacak şüphelileri delil yetersizliğinden beraat ettiriyorlarmış.

Babaannem gerçekte olan teknolojilere inanmıyordu. Şimdinin insanları ise, gerçekte olmayan teknolojileri, televizyonda gördükleri için var sanıyorlar. Bilim ile bilimkurgu birbirine karışmış. Böylece, yenilir yutulur cinste olmayan ses kayıtlarının bilgisayarla “kolaylıkla” üretilebildiği söylendiğinde, buna inanan hatırı sayılır bir kitle olabiliyor. Çünkü aynı şeyi “Görevimiz Tehlike”de izlemişlerdi. Orada oluyorsa, burada da oluyordur.

Bilgisayarla bunlar yapılabiliyor olsa, mesela, reklamcılar seslendirme için neden Okan Bayülgen’e çuvalla para versinler, diye düşünmez mi insan, Okan Bayülgen’in sesini bilgisayarda “kolaylıkla” üretebilmek varken? Dahası, bu yapıldığında, Okan Bayülgen buna haklı olarak itiraz ederdi, “ses tonu mülkiyeti” diye bir şey, kavram dünyamıza girmiş olurdu.

Hükümet medyasında hep bir ağızdan “paralel yapının en büyük oyunu deşifre oldu” başlığıyla çıkan haberleri görünce, bu konuda son noktaya vardığımızı düşündüm. Bu habere göre, silikondan yapılma maskeler kullanılarak kurmaca videolar yapılabiliyormuş ve paralel yapı da bu teknolojiye sahipmiş. Yani biz, önümüzdeki günlerde, gayet iyi tanıdığımız kişilerin, ayan beyan, olmaması gereken hallerde bulundukları videoları izleyeceğiz ve bu kişiler de bu videoların silikon maskelerle yapıldığını iddia edecekler. Şu anda şaka gibi geliyor ama birkaç gün içinde büyük ihtimal hepimiz bunu konuşuyor olacağız.

Bunun bir sonraki aşaması, paralel yapının uzaylılarla ittifak içinde olduğunu iddia etmek olur diyeceğim, ama onun bir sonraki aşama olduğundan emin değilim. O aşama atlandı galiba. Haksızlık etmeyelim, Türkiye daha kötü dönemlerden de geçti. Ama insan aklının bu kadar aşağılandığı bir dönem yaşanmamıştı herhalde.

11.3.14

Yanlış Anlaşılmalar Cumhuriyeti

Memleketin en önemli ve kronik sorununun aslında “Türk sorunu” olduğu tespitini ilk kim yaptı, bilmiyorum, ama aklıyla bin yaşasın. Bazen tartışmalar öyle bir hale geliyor ki, Türk sözcüğünün ne demek olduğuna karar veremediğimiz için otuz bin insanımızı kaybettik, diye düşünüyor insan. Türk, Orta Asya’dan Anadolu’ya göçen kavmin soyundan gelenlere mi denir, yoksa burada 20. yüzyılda kurulmuş Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşlarına mı? TDK sözlüğü iki anlamı şöyle listelemiş:

1. Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan halk ve bu halktan olan kimse. “Ne mutlu Türk’üm diyene!” – Atatürk
2. Dünyanın çeşitli bölgelerinde yaşayan, Türkçenin değişik lehçelerini konuşan soy ve bu soydan olan kimse. “Ben bir Türk’üm, dinim cinsim uludur.” – M. E. Yurdakul

Bu iki anlamdan, sözlükte ikinci olarak verilen, aslında kadim ve tarihsel olan temel anlamdır. Diğeri anlam genişlemesiyle kazanılmış yan anlamdır. Ama nedense (neden olduğunu biliyoruz tabii) bu anlamlar yer değiştirmiş. Dahası, aslında ikinci anlama örnek olan bir cümle, birinci anlamın örneği olarak verilmiş (birazdan açıklayacağımız üzere).

Bu iki anlam, adını bir etnik gruptan alan çoğu ülke için vardır. Ama aynı sözlük, aynı özelliğe sahip sözcüklerden olan “Alman”ı şöyle tanımlıyor:

1. Cermen soyundan olan halk.
2. Bu halktan olan kimse.

Alman sözcüğünün, “Federal Almanya Cumhuriyeti vatandaşı” şeklinde bir yan anlamı da vardır, ama bunun verilmesine bile gerek görülmemiş. Türk sözcüğünün hangi özelliği, onu Alman sözcüğünden kategorik olarak farklı kılmış olabilir? Sözcükte bir özellik yok tabii, sözlüğü hazırlayanlarda var.

Sözlüğün, Türk sözcüğünün TC vatandaşı anlamında kullanımına örnek olarak da Atatürk milliyetçiliğinin mottosu diyebileceğimiz “Ne mutlu Türküm diyene” sözünü vermesi ilginç.

Bu kadar çok tekrar edilip de, yaygın olarak bu kadar yanlış anlaşılan bir söz yoktur herhalde. Bir örneğini Taraf yazarı Tuncer Köseoğlu’dan not etmişim (hâlâ Taraf yazarı olmayabilir tabii). Milliyetçilerin bakış açısını özetlerken diyor ki: “Pekala bir Kürt, ‘ne mutlu Türküm’ dediği sürece, ülkemizin birinci sınıf bir vatandaşı olmasında bir sakınca yoktur.” Cümle biraz düşük, ama takıldığımız yer orası değil.

Bir diğer örneğini de bugün, MHP’nin yerel seçime yönelik ilanında gördüm: “Ne mutlu Türk’üm” diyemeyenlere artık yeter…

Buradaki yanlışlığı görebiliyor musunuz?

Bu iki cümlede de, Atatürk’ün bize dememizi önerdiği şeyin “ne mutlu Türküm” olduğu varsayılıyor.

Atatürk, eğer bizden “ne mutlu Türküm” dememizi bekliyor olsaydı, “Ne mutlu ‘ne mutlu Türküm’ diyene” derdi, öyle değil mi? Oysa bizden beklediği şey “ne mutlu Türküm” dememiz değildir. “Türküm” dememizdir. “Türküm” dediğin sürece mutlu olma hakkın vardır. Bunu anlamak bu kadar zor mu?

Evet, galiba, nedense, bunu anlamak zor. O yüzden başka bir şekilde yeniden anlatacağım. Eğer, Atatürk’ün dememizi beklediği şey, Tuncer Köseoğlu’nun, ilanı hazırlayan MHP’lilerin ve daha pek çok kişinin anladığı ya da anlamak istediği gibi “Ne mutlu Türküm” olsaydı, o cümle yarım kalmış olurdu. Atatürk’le hitap ettiği halk arasında şöyle bir diyalog hayal edebiliriz mesela:

– “Ne mutlu Türküm” diyene…
– Eee?
– Eee ne?
“Ne mutlu Türküm’ diyene“, dedin, gerisini getirmedin, Atam.
– Getirmem mi gerekiyordu?

Evet getirmesi gerekiyordu. Mesela “’Ne mutlu Türküm’ diyene saygımız büyüktür” ya da “’Ne mutlu Türküm’ diyene biz de ‘iyi ki Japon değilsin’ deriz”.

Atatürk hakkında herkesin farklı duyguları olabilir, ama herhalde en ateşli muhalifleri bile çok zeki bir insan olduğunu kabul ederler. Dili çok iyi kullandığını ve hitabet yeteneğinin çok yüksek olduğunu da onun hayatına tanıklık edenlerden biliyoruz. Onuncu yıl nutkunun final cümlesini yarım bırakması için, tam o sırada, gerçekten çok acil bir işi çıkmış olması gerekirdi. Bildiğimiz kadarıyla böyle bir şey de olmadığına göre, o cümlenin tamam olduğunu kabul etmek zorundayız.

Peki, bunun ne önemi var?

Burada TDK’nın örneğine geri dönebiliriz. Atatürk, eğer bizden, yanlış anlaşıldığı üzere, “ne mutlu Türküm” dememizi bekliyor olsaydı, buradaki “Türk”, gerçekten de örneğin altına yazıldığı anlamda kullanılmıştır deme şansımız olurdu. En azından bunun bir anlamı olurdu. Evet, insan TC vatandaşı olmaktan mutluluk duyabilir ve bunu “ne mutlu TC vatandaşıyım” diye dile getirebilir. Vize kuyruklarında kurulan tanışıklıklar yeni aşkların başlangıcı olabilir mesela. Veya, askerlikte nasıl aşağılandığınıza dair anılarınız olmasa erkek arkadaşlarınızla konuşacak şey bulamayabilirsiniz. Ya da diğer seçeneğiniz Afganistan, Suriye ya da Somali vatandaşı olmaksa, TC vatandaşlığı bulunmaz nimet olabilir. Ancak, biraz önce kanıtladığımız üzere, Atatürk bizden “Türküm” dememizi bekliyor. Bunu “TC vatandaşı” anlamında kullandıysa, bizden “TC vatandaşıyım” dememizi bekliyor demektir. Neden böyle bir şey istesin? TC vatandaşıysanız öylesinizdir, bunu dile getirmenin ne anlamı olabilir? TC vatandaşı olup olmadığınız sizin iradenize bağlı değildir, nüfus kütüklerinde kayıtlıdır. Siz istediğiniz kadar “TC vatandaşıyım” diye yırtının, eğer o kütüklerde adınız yoksa, bunun size mutluluk getirmesi bir yana, etrafınızdakilerin size meczup gözüyle bakmasından ve muhtemelen, eninde sonunda Somali’ye geri postalanmanızdan başka işinize yaramaz.

Atatürk, çoğu milliyetçiden farklı olarak, kendi diline hakimdir ve ne dediğini gayet iyi bilmektedir. Bizden “Türküm” dememizi beklemektedir ve bunu da TDK’nın ikinci sırada saydığı anlamda, yani etnik anlamda kullanmaktadır. O dönemin bütün uygulamaları da, “vatandaş Türkçe konuş”tan “güneş dil teorisi”ne, bunu destekler. Durum bu kadar açık. Bu kadar açık olmasına rağmen, bunu yanlış anlamak adeta milli sporumuz haline gelmiş. O yüzden hiçbir tartışmada bir adım yol kat edemiyoruz.