28.12.14

Size Çıkar Mı?

Çıkmaz. Eğer soru “size çıkabilir mi” diye sorulmuş olsaydı, semantik zorunluluk gereği “çıkabilir” demek zorunda kalırdım, ama sizi boş ümitlere sürüklememek için de eklemek isterdim: “… ama çıkmaz.”

Bu ikisi arasındaki fark, birinde, ne kadar az olursa olsun, sıfırdan farklı bir olasılık olup olmadığı sorulurken, diğerinin bunun gerçekçi bir olasılık olup olmadığı sorusu olmasıdır. Geniş zaman kipinin pek çok yan işlevinden biri… “Size çıkabilir” dediğinizde, elbette, birilerine çıktığına göre, bu siz de olabilirsiniz, dolayısıyla bu olasılık vardır (sıfır değildir) demektir. Ama bu olasılık o kadar küçüktür ki, her türlü pratik uygulama açısından yok kabul edilebilir. Bu, mühendislikte “ihmal edilebilir” denen bir kavrama karşılık geliyor. Sıfıra çok yakın değerleri ve olasılıkları, hesapları yok yere karıştırmaması için ihmal edersiniz (yani sıfır kabul edersiniz), kafanız rahat eder. On milyonda bir olasılık da, nereden bakarsanız bakın, ihmal edilebilecek kadar küçüktür. Yani size çıkmaz.

Milli Piyango’nun tarihi reklam sloganı olan “size de çıkabilir” önermesi, olasılık algısını çarpıtma işlevi görüyor. Yani olasılığın küçüklüğünü (ihmal edilebilir olmasını) göz ardı edip, var olup olmamasını öne çıkarıyor. Eğer bunu yiyorsanız, yani tek istediğiniz sıfır olmayan bir olasılıksa, size müjdeli haberi verebilirim: Bunun için elli lira bayılıp bilet almak zorunda değilsiniz. Bilet almasanız da size de çıkabilir. Nasıl olacak? Mesela, büyük ikramiye çıkan ya da çıkacak olan bileti yerde bulabilirsiniz. Aman canım, bunun olasığı nedir ki, diyecek olursanız, doğrusu sizi yadırgarım. Çünkü siz olasılığın büyüklüğüyle değil var olup olmamasıyla ilgileniyorsunuz. Ama yine de, sizin için bu olasılığı kabaca hesaplamaya çalışayım.

Pek çok insan, hayatında en az bir kere değerli bir kağıdı (kağıt para, çek, senet, hazine bonosu ya da piyango bileti) düşürmüştür ya da kaybetmiştir. Bunu hiç yaşamamış olabilirsiniz ya da birden çok kez başınıza gelmiş olabilir. Ortalama herkesin bir kere bunu yaşayacağını varsayabiliriz. Dolayısıyla milli piyango bileti alacak yaklaşık 10 milyon kişi, hayatlarında ortalama bir kere değerli bir kağıtlarını kaybedecektir. Bunların, ceplerinde değerli kağıtlarla dolaştıkları yaşam dilimini ortalama elli yıl kabul edersek, bunlardan 200 bini bu yıl içinde değerli bir kağıdını kaybedecek demektir. Bunların da yaklaşık on bini, bu işi yılbaşı çekilişinin öncesinde veya sonrasındaki 15-20 günlük zaman dilimde yapacak. Kaybettikleri şeyin, herhangi bir kağıt para değil piyango bileti olma olasılığını da kabaca beşte bir kabul edelim. Belki bu süre içinde elinden beşten fazla değerli kağıt geçecektir, ama biletiyle, numaralarına bakarak hayal kurmak için, ya da ödül kazananlar listesinde aramak için falan daha çok meşgul olacağı için biletin kaybolma olasılığı herhangi bir kağıt paraya göre biraz daha fazladır. Yani yılbaşı çekilişine ait 2000 bilet, satın alındıktan sonra kaybedilecektir, diyebiliriz. Bu biletlerden birini bulma olasılığı olan insan sayısını da 20 milyon kabul edelim, nüfüsun dışarıda dolaşan kısmı olarak. Siz de dışarıda dolaşan biriyseniz, on binde bir olasılıkla yerde bir milli piyango bileti bulacaksınız. Bu bilete de on milyonda bir olasılıkla büyük ikramiye çıkacaktır. Yani yüz milyarda bir olasılıkla, bu yılbaşı civarı, büyük ikramiye çıkmış ya da çıkacak olan bileti yerde bulacaksınız.

Gördüğünüz gibi bu olasılık vardır, sıfır değildir. Üstelik bilet satın alarak bu olasılığı sadece % 0,000009999 arttırıyorsunuz. Sadece bu kadarcık bir fark yaratmak için, muhtemelen sonunda bir dalkavuk-bakan-ahbabı-yalaka-müteahhite hediyeli-iltimaslı ihaleyle verilecek elli liranızı harcamaya değer mi?

Bence değmez. Bırakın alınterinizle kazandığınız (ya da kiracınızın alınteriyle kazanıp size uçlandığı) elli liranız cebinizde kalsın. Yalnız, bu aralar yolda yürürken yerlere biraz daha dikkatli bakın. Belli olmaz, size de çıkabilir.

16.8.14

Her Şey

Çiçeği burnunda Ateizm Derneği, Nihat Hatipoğlu’nu mahkemeye vermeye hazırlanıyormuş, ateistlerin en büyük babasının Şeytan olduğuna dair sözleri nedeniyle. Söz konusu konuşmayı dinledim. Bence davalık bir durum yok. Bunlar çok tehlikeli sözler ve dışarıdan bakınca nefret söylemi gibi duruyor, orası doğru. Ama konuşmayı dinleyince Hatipoğlu’nun bu sözleri öfke ve nefretle değil adeta şefkatle söylüyor olduğunu görüyorsunuz. Sizi hor görmüyoruz, sizi ciddiye alıyoruz, iyi insanlarsınız, diyor. O da iyi bir insan belli ki. Ateistlere karşı nefreti körüklemek gibi bir kastı yok. Ama her nasılsa, Allah’a inanmayanların, aynı kitabın daha silik bir karakteri olan Şeytan’ın varlığına inanabileceği gibi bir fikre kapılmış. Burada ciddi bir sorunumuz var, ama nefret sorunundan çok, idrak sorunu gibi görünüyor.

Aynı konuşmadaki başka bir söz ayrıca dikkatimi çekti, o bizi bir yere götürebilir belki. Her şey Allah’ın varlığının delilidir, diyor. Her şey… Bu söze karşı şu sorunun sorulması doğaldır: Bu her şeyden bazıları, şimdi olduğundan farklı olarak, nasıl olsaydı, Allah’ın varlığının delili sayılamazlardı? Bu soru bir anlam ifade ediyor mu, bilmiyorum. Bir örnekle renklendirelim. Bir keresinde, dini içerikli bir konuşmada, şöyle bir şey duymuştum: Milyarlarca kar tanesi var ve her biri birbirinden farklı. Bu bile tek başına onları yaratan bir Tanrı olduğunun kanıtıdır. Peki, acaba bütün kar taneleri birbirinin aynısı olsaydı ne olacaktı? Hiç şüphe yok ki yine Tanrı’nın varlığının kanıtı olacaklardı.

Sayın Hatipoğlu’ndan bu sözü açıklamasını istesek şöyle diyeceğini tahmin ediyorum: Şu ağaçlara, kuşlara, böceklere, gezegenlere, yıldızlara bakın. Bütün bunlar kendi kendine oluşmuş olabilir mi? Olamaz. Demek ki bütün bunları yaratan, her şeye kadir, her şeyi bilen büyük bir güç vardır. Tamam da giriş bölümünden doğrudan sonuca atlamış olmuyor muyuz? Bunun bir de gelişme bölümü olmalıydı, bir mantık zinciri, bir neden-sonuç ilişkileri silsilesi… İnancını kendine bu şekilde doğrulayan kişiler, burada gelişme bölümünün eksik olduğunu göremiyorlar. Çünkü Allah’ın varlığının kanıtı olarak gördükleri şey, kendi inançlarından başka bir şey değil. Allah vardır, çünkü olmaması düşünülemez. Neden düşünülemez? Çünkü vardır. Burada bir döngüye giriyoruz.

Yanda resmi olan kitabı geçen yıl sahaflar festivalinde görmüştüm. İçeriğini az çok tahmin etsem de başlık o kadar çekiciydi ki almadan edemedim. Giriş bölümünden aşağıdaki paragrafı aktarmak istiyorum:

“Allah’ı isbat edebilecek bir yol varsa, o da Kelâm ilmidir. Zira ilmi Kelâm, ilmin ve felsefenin bir neticeye bağlıyamadığı Allah ve Ruh gibi meselelerle meşgul olur. Filozoflar gibi aklî melekelere değil, İslamî esaslara uymak mecburiyetindedir. Çünkü aklın durduğu yerde felsefe de durur, dini bilgiler başlar. Aklımızın ermediği mevzuları bize din öğretir.”

Yani, Allah’ın varlığını ispatlamak için başvuracağımız kaynak, Allah’ın varlığına inanç üzerine kurulmuş İslam dininin esaslarıdır. Kendisi de bir tıp doktoru, yani bir bilim insanı olan Halim Bilsel, başka herhangi bir konuda bir öğrencisi böyle bir ispatla karşısına çıksaydı, ispatlamaya çalıştığı şeyi veri olarak kabul ettiği için bu ispatın geçersiz olduğunu söylerdi. Ama söz konusu olan Allah inancı olunca mantık ekseni kaymış. Kitap, adından da anlaşılacağı gibi, tümüyle Allah’ın varlığını kanıtlamak için yazılmış ve yazar kitap boyunca tekrar tekrar kendi inancını kanıt olarak sunuyor.

Allah’a inanan bir kişi için Allah’ın varlığının kesin bir gerçek olmasında yadırganacak bir şey yok. Zaten inancın anlamı budur. Ama herkes, kendisinin bir şeye inanıyor olmasının, o şeyin gerçek olduğunun kanıtı sayılamayacağının farkına varmalıdır. Çünkü kanıt dediğimiz şey nesnel olmalıdır, kişisel bir inanç kanıt olamaz. Kişi, bunu anlamadığı sürece, kendi inancını paylaşmayan kişilerin de var olabileceğini ve onların inancının veya inançsızlığının da aynı derecede saygıdeğer olduğunu kabul etmesi de mümkün olmayacak. Nihat Hatipoğlu’nun pozisyonunun bu olduğunu aynı konuşmadan anlıyoruz. Ateistlerin aslında ateist olmadığını, içten içe hepsinin Allah’ın var olduğunu bildiğini söylüyor. Dr. Halim Bilsel de aynı kafada, ateistlerin de Allah’ın varlığını hissettikleri ama Allah’ın nasıl bir şey olduğunu tasavvur edemedikleri için inkâr yoluna saptıkları gibi bir iddia da var kitabının bir yerinde.

Kendi inancını kanıt olarak görmekle, ateistlerin var olduğunu ve gerçekten ateist olduğunu idrak edememek arasında net bir bağlantı var bana göre. İnanç ile kimsenin inkâr edemeyeceği bariz gerçek arasındaki ayrımı kaybetmekle ilgili bir durum. Siz, kendi değerler dünyanızda bunları aynı değerde kabul ediyor olabilirsiniz, ama buna inanç demeye devam ettiğinize göre, başka birisi için öyle olmayabileceğini de kavrayabiliyor olmanız gerekir.

Dr. Halim Bilsel kitabında Allah’ın varlığının kanıtlarını maddeler halinde sıralıyor. O maddelerden birisi de şöyle:

“Hazreti Âdem’den beri dünya yüzüne ne kadar peygamber gelmiş ise hepsi de eshabına ve etbaına Allah’ın varlığını ve birliğini söylemişler. Peygamberlerin sözlerine hiç şüphe etmeden inanmak lâzımdır. Çünkü onlar, Allah’ın emrine uymaya mecburdurlar, yalan söyliyemezler.”

Anlatmaya çalıştığım mantık hatasının mükemmel bir örneği… Eğer bu size mantıklı ve geçerli bir kanıt gibi görünüyorsa, hiçbir zaman anlaşamayacağız demektir.

Ne mutlu ki, başka hiçbir konuda anlaşamasak bile, en sonunda hangi noktada buluşabileceğimiz Kuran’da yazıyor; müslümanların kâfirlere karşı nasıl bir tutum takınması gerektiğini anlatan Kâfirun suresinde: “Sizin dininiz size, benim dinim banadır.”

10.8.14

Milletin Alfa Erkeği

Tayyip Erdoğan’ın son yıllarda “millet” ve “milli” gibi kavramlara dört elle sarılmış olması epeydir dikkatimi çekiyordu. Tabii ki her sağcı politikacı, anlamının muğlaklığından ötürü millet lafını sever, onun üzerine inşa etmeye çalıştıkları hayaller alemine iyi bir zemin hazırladığı için olsa gerek. “Millet”in kimi kapsadığı kimi dışarıda bıraktığı belli değildir. O sözü kullanan kişiler çoğu zaman herkesi kapsarmış gibi bir hava vermeye çalışırlar, ama içten içe biliriz ki bu kavram kapsamaktan ziyade dışlamak amacıyla icat edilmiştir.

Erdoğan’ın ise bu sözü kullanışında bir abartı sezmiştim, başka bir şeyi kast ediyor gibiydi. “Bu milleti Facebook’a Youtube’e yedirmeyeceğiz” sözüyle aydınlandım. Millet derken kendisinden bahsediyor (hatta “bu milleti” kısmında kendisine dönük bir işaret parmağı hayal edebilirsiniz). Böyle düşününce diğer bütün sloganlar da anlam kazanmaya başlıyor. Milli güç, milli irade (kendi gücü, kendi iradesi); daima millet, daima hizmet (daima kendisi ve muhtemelen kendisine yapılacak olan hizmetler)… Ya da yerel seçimlerden sonra bir AKP’linin söylediği, “paralel yapı”ya karşı “millet”in artık intikam istediği lafı. Bu bağlamda “milletin adamı” sloganı da “millet adam” diye anlaşılabilir. Bir nevi süper kahraman, örümcek adam gibi, ama biraz daha sofistike (sofistike derken süper kahramanlar dünyası içinde sofistike tabii, yoksa sofistike sözcüğünün de kalbini kırmayalım).

Bu kendisiyle milleti birbirinden ayırt edememe hali, anneyle bebeği arasındaki ilişkiye benziyor. Milletin ayrı bir şey olduğunun farkında olamama, milleti kendi vücudunun bir uzantısı sanma… Ama tam bir analoji kurmak da mümkün değil çünkü buradaki iki yönlü bir ilişki. Yani o millet de kendini Tayyip Erdoğan’dan ayırt edemiyor gibi görünüyor, kendini onun vücudunun bir uzantısı olarak görüyor (burada tekrarlamak istemiyorum ama örnek olarak malum teyze akla geliyor ister istemez).

Şimdi burada millet kavramı birleştirici mi ayrıştırıcı mı? Şimdiye kadar ülkenin vatandaşı olduğu halde peşine takılmamış olanları kapsamadığı aşikar. Onlar umurunda değil. Zaten bu millet lafının bu derece öne çıkarılması 2011 genel seçimlerinde %50’yi gördükten sonra başladı. Daha fazlasına ihtiyacı kalmadı. Ama kapsadığı kısım açısından öyle birleştirici ki insanlar neredeyse kendilerinin Erdoğan’dan farklı bir şey oldukları bilincini kaybetmişler. Birlik beraberliğin böylesi görülmedi desem yeridir. Başka bir ülkede olsa, bir daha insan içine çıkamayacağı ses kayıtları ortalığa dökülüyor. Ama “hepsi yalan” diyor. Neresinin nasıl yalan olduğunu açıklaması bile gerekmiyor, o kadarı yetiyor, inanıyorlar. Zaten birini lider olarak benimsemek, temelde, sadece onun söylediğine inanmak demek.

Böyle bir şey nasıl oluyor? Burada sağlıklı bir bakış açısı kazanmak için sanırım yine hayvanlar alemine bakmak gerekiyor. Mesela şempanzeler… Bildiğiniz gibi şempanzeler küçük topluluklar halinde yaşarlar. Her topluluk kendi arasından en görgülü, bilgili, hepsinin sorunlarına tercüman olabilecek bir temsilciyi, tüm şempanzelerin temsil edildiği yüksek şempanze konseyine gönderir. Burada her biri başka küçük şempanze topluluklarını temsilen gelmiş delegeler, kendi aralarında müzakere ederler ve şempanze toplumunun ortak yararı ve geleceği için bir takım kararlar alırlar… deeermişim.

Tabii ki öyle olmaz. Bir tane iri yarı, güçlü kuvvetli, kodu mu oturtan erkek şempanze vardır. Onun dediği olur. Diğer şempanzeler ona itaat ederler. Kendisi nispeten çelimsiz olan bir şempanze, hayatta kalma şansını arttırmak istiyorsa, en güçlü gördüğü liderin peşine takılır. O da peşine şimdiye dek en çok kişi takılmış olandır. Yani süreç bir kere başladı mı güçlenerek sürer. O liderin başlangıçta çok üstün özellikleri olmasını gerektirmez. Sadece diğer adaylara göre hasbelkader biraz öne çıkması yeterlidir. Sonrası çorap söküğü gibi gelir. Liderin peşine takılmayanlar heba olurlar. Yeni nesiller, itaatkârların torunlarıdır.

Daha güçlü olana hayranlık, güce tapma, hamurumuzda vardır. Faşizm gücünü buradan alır. O yüzden, sola göre her zaman avantajlıdır. Sol siyaset, bilgilenmeyi gerektirir, gelişmiş bir ahlak anlayışını gerektirir (burada Bülent Arınç’la aynı şeyden bahsetmediğimize emin olabilirsiniz). Kendine ve soyuna doğrudan bir çıkar sağlamadığı halde başkalarını sayma, herkesin temel haklarına saygılı olma, dünya görüşünü ve yaşayışını buna göre oluşturma; bu konuda üretilen düşüncelerden, insanlığın şimdiye kadar yaşadığı felaketlerden ve bunlardan öğrenilenlerden haberdar olmadan nasıl mümkün olabilir? İnsanın bir yandan bilgilenmeye doğal bir açlığı vardır ama cehalet hep daha kolay olandır. Bilgili olmak için bir şeyler yapmanız gerekir, hiçbir şey yapmazsanız cahil olursunuz. Bütün bu bilgi ortadan kalktığında, geriye hamurumuzda olan şey kalır. En güçlü alfa erkeğin peşine takılır gideriz.

15.5.14

Devletin Kıllı Vicdanı

Soma faciası sonrası, televizyonda çokça görülen konuyla birinci derecede ilgili, daha doğrusu bizim adımıza bu konuyla ilgilenmekle görevli bakan, eğer bir ihmal varsa kimsenin gözünün yaşına bakılmayacağını falan söylüyor. Eğer bir ihmal varsa… Bu memlekette yeterince uzun süre yaşamışsanız; cümleye böyle başlanıyorsa, bu sürecin sonunda, bir ihmal olmadığına karar verileceğini de baştan bilirsiniz. Zaten aynı kişinin bu madenin sahibiyle can-ciğer-kuzu-sarması görüntüleri de görülmüştür. Böyle bir olayla karşılaşınca, bunun artık sistemin çöktüğü nokta olduğunu düşünürsünüz. Bu andan itibaren köklü değişikliklere gidilmesini beklersiniz. Mesela, madenlerin özel şirketlere kiralanması uygulamasına son verilecek midir? Taşeronluk müessesesinin kökü kazınacak mıdır? En azından, Türkiye’nin onaylamamakta direndiğini öğrendiğimiz ILO sözleşmesi onaylanacak mıdır? Hayır. Padişah efendimiz “olur böyle vakalar” buyurmuştur, meselenin ne yöne gideceği anlaşılmıştır. Saçınızı başınızı yolmak isteyebilirsiniz. Sakin olun. Mark Knopfler’ın son albümü Privateering‘i dinleyin, huzur bulmaya çalışın.

Bu arada, sözü geçen bakanı görünce “ben bu sakallıyı bir yerden tanıyorum” dedim kendi kendime. Sonra hatırladım. Birkaç sene önce, çok yakınımız olan birinin yanında, büyük bir devlet hastanesindeydik. Hastamızın durumu ağırdı. Oradan oraya koşuşturma halindeydik. Yine hastane içinde bir yerden bir yere giderken yolumuz bir takım yarmalar tarafından kesildi. “Ne var, ne oluyor” dedik. “Durun, bekleyin” dediler. Sayın bakanımız hastaneye bir yakınını ziyarete gelmiş. Kazara koridorlarda falan sıradan vatandaşlarla burun buruna gelmesi tehlikesine karşı, korumaları onun geçeceği yolları boşaltıyorlar. Çok işlek ve kalabalık bir hastane, bir yerde yol kesilince o noktada insanlar birikmeye başlıyor. Arkada toplaşanlar “ne oldu, niye geçemiyoruz” diye birbirlerine soruyorlar. Derken bakan göründü, artık bayağı bir kalabalık haline gelmiş olan bizlere döndü eliyle bir işaret yaptı. Ne demek istediğini anlamadık ama korumalardan biri tercüme etti: “Size selam veriyor.”

Şu işe bakın… Orada kendi gorillerinin yolu kesmesi yüzünden oluşan kalabalığa, onu görmeye gelmiş hayranları muamelesi yapıyor. Her biri kendi hastasının derdinde, canı burnunda bir sürü insan, devlet büyüğümüzün kıllı yüzünü görmek için oraya toplanmışız sanki. Bize selam veriyormuş. Biz de onun lütfedip verdiği selama karşı aval aval bakmaya devam eden öküzler oluyoruz. Ağzımdan, gayri ihtiyari, normalde ağzımdan çıkmayan cinsten birkaç kelime çıktı. Bayağı alçak sesle söylediğimi sanıyordum ama sesimi tam kontrol edememişim ki, tam önümdeki homo izbandutus duydu, irkilmesinden anladım (ne yalan söyleyeyim, bir an için yüreğim ağzıma geldi). Neyse ki herif duymazlıktan gelmeye karar verdi de birkaç dakika sonra yolumuza devam edebildik.

Bunu neden anlatıyorum? Vallahi ben de bilmiyorum. Biraz, içimde kaldığı için… Biraz da şunun için: Biz, yani mümkün olduğunca doğruları söylemeye ve insanlara iyi davranmaya çalışan normal ve sıradan insanlar; bu yönetici, siyasetçi, sermayedar, falan filan güç sahiplerini, kendimiz gibi sanabiliriz. Bir vicdanları olduğu ve başka insanların acılarını yüreklerinde hissettikleri yanılgısına kapılabiliriz. Onlardan umarsızca anlayış ve insaf beklememiz de bu yüzdendir. Boşuna beklemeyin. Onlar böyle şeylerden anlamaz, sadece güçten anlarlar. Gücünüzü gösteremiyorsanız, başka da gösterebileceğiniz bir şeyiniz yoktur. Sakin olun. Mark Knopfler dinleyin. Privateering albümünden “Haul Away“, çok güzel…

6.4.14

12 Yıllık Esaret

12 Yıllık Esaret filmine gitmenizi çok fazla tavsiye etmiyorum. Aşırı sert bir film. Sadece şiddet düzeyi açısından söylemiyorum, bir yerden sonra seyirciye yönelen bir şiddet var filmde. Siyahi yönetmen Steve McQueen'in, ataları ya da kültürel mirasları açısından, karşılıksız köle emeğinin ekmeğini yemiş beyaz seyirciyi kamerasıyla dövdüğünü hissediyorsunuz. Amerikalı beyazlar neyse de, ne o kölelik düzeninde, ne de onun yarattığı zenginlikte payı olmayan bizlerin bu dayağı pek de hak etmediğini düşünüyorum. Irkçılıktan muaf olduğumuzu söylemiyorum. Aslında bizim memleketteki ırkçılık, Batı ülkelerinde olduğu gibi mahkum edilmediği için, bizim ırkçılarımız, ırkçılıklarının farkında değiller, o yüzden de daha tehlikeliler. Bir televizyon programcısının birkaç sene önceki bir konuşmasını hatırlıyorum. Bir Afrikalı futbolcu tarafından, ona yönelik ırkçı şakalar yapmakla suçlanmış. Ona cevaben kaleme aldığı bir yazıyı programının başında okumuştu. Özetle şunu dile getiriyordu; Türkler ırkçı olamaz, ben de Türküm, ergo, ben de ırkçı olamam. Irkçı olmadığını ırkçı bir argümanla kanıtlamaya çalışmak ancak eğitimle ulaşılabilecek bir cehalet düzeyine işaret ediyor. Irkçı olmamak, "ırkçılık nedir bilmemek" değildir, tam tersidir aslında. Toplumun, geleneksel değer yargılarının ya da bilmem hangi köhnemiş düşüncenin sizi sürüklediği ırkçılığın farkına varmazsanız ırkçı olursunuz. Irkçılıktan kurtulabilmek için, ırkçılığın ne olduğunu bilmelisiniz. Ve ırkçılıktan mutlaka kurtulmalısınız, çünkü, emin olun, ırkçı, bu dünyadaki an aşağılık insan cinsidir.

Filme dönecek olursak, filmin şimdiye kadar kölelik üzerine yapılmış filmlerin söylediğine ek olarak söylediği şey, bilgi ile kölelik arasındaki bağlantıyı öne çıkarması. Baş karakter Solomon Northup, köleliğin uygulanmadığı Kuzey'de, belli bir eğitime ve mesleğe sahip yaşarken kaçırılıp Güney'e köle olarak satılıyor. Bu andan itibaren, hayatta kalmak için, aslında kim olduğunu söylememesi gerektiği, özellikle okuma-yazma bildiğini belli etmemesi gerektiği kendisine öğütleniyor. Bu öğüdün haklı olduğunu defalarca görüyor, köle olarak geçirdiği yıllar boyunca. Kölelerin okuma-yazma biliyor olması bile hayatlarına yönelik bir tehdit.

Köle sahiplerinin bu kadar içselleştirdikleri bir bilgiyi, çağımızın modern kölelerinin sahiplerinin unutmuş olacağını düşünemeyiz. Asıl niyeti hakimiyetini daim tutmak olan bir siyasi veya ekonomik iktidarın, hakim olduğu kitle üzerinde alacağı ilk önlem, bilgilenmelerini engellemek olmalı. Günümüzde, otoriter rejimler altında inleyen halkların cahilliğinin, iktidar tarafından özellikle arzulanan ve planlanan bir şey olduğu gözden kaçırılıyor sanki. Genel eğitimsizlik ve bilgisizlik, kaynakların yetersizliğinden kaynaklanıyormuş gibi bir algı var. Oysa, mutlak otorite peşinde koşan iktidarların eğitim politikalarına bu açıdan baktığınızda, hâlâ yaptıkları işte kötü niyet olmadığını düşünmek için biraz fazla saf olmak gerekiyor sanırım.

20.3.14

Siyasette CSI Etkisi

Babaannem, insanoğlunun Ay’a ayak basmasından sonra yirmi yıl daha yaşadı, öldüğü güne kadar Ay’a ayak basıldığına inanmamıştı. İnanmaması belli bir nedene dayanmıyordu, herhalde şöyle göz kararı bir ölçüp biçmişti ve bunun gerçek olamayacağına kanaat getirmişti. Tabii, hayatının büyük kısmı boyunca çevresinde anlayamadığı bir teknolojinin ürünü aletler yoktu. Onun zamanından beri, teknoloji konusundaki ortalama bilginin çok fazla ilerlediğini söyleyemeyiz, ama artık çoğu insan, nasıl çalıştığını anlayamadığı gereçlerle çevrili durumda. Neyin teknolojik olarak mümkün olduğu konusunda dayanacağı hiçbir kaynak yok. Kendi bilgisi onu anlamaya zaten yetmiyor, televizyonda izlediğinin de, film, reality show ya da haber programı olması fark etmiyor, gerçek mi, kurmaca mı olduğu konusunda hiçbir fikri yok. Günümüzün insanı, babaannemden çok daha kötü durumda aslında. Babaannem, en azından kendi gözüne ve izanına güvenip, insanın Ay’a gidemeyeceği konusunda fikir yürütebilecek kadar akıl sahibiydi. Şimdinin insanlarının kendilerine ait akılları yok, başkalarının onlar adına yürüttüğü akılla idare ediyorlar.

Amerika’da, özellikle hukuk sisteminde etkisini hissettiren CSI etkisi diye bir problemden bahsedilir olmuş son zamanlarda. Makbul (ama bilgili olması gerekmeyen) vatandaşlardan seçilen jüriler, CSI dizisinde gördükleri teknolojinin gerçekten var olduğunu düşündükleri için, gerçek hayatta elde edilmesi mümkün olmayan kanıtları bekler olmuşlar. O yüzden normalde mahkum olacak şüphelileri delil yetersizliğinden beraat ettiriyorlarmış.

Babaannem gerçekte olan teknolojilere inanmıyordu. Şimdinin insanları ise, gerçekte olmayan teknolojileri, televizyonda gördükleri için var sanıyorlar. Bilim ile bilimkurgu birbirine karışmış. Böylece, yenilir yutulur cinste olmayan ses kayıtlarının bilgisayarla “kolaylıkla” üretilebildiği söylendiğinde, buna inanan hatırı sayılır bir kitle olabiliyor. Çünkü aynı şeyi “Görevimiz Tehlike”de izlemişlerdi. Orada oluyorsa, burada da oluyordur.

Bilgisayarla bunlar yapılabiliyor olsa, mesela, reklamcılar seslendirme için neden Okan Bayülgen’e çuvalla para versinler, diye düşünmez mi insan, Okan Bayülgen’in sesini bilgisayarda “kolaylıkla” üretebilmek varken? Dahası, bu yapıldığında, Okan Bayülgen buna haklı olarak itiraz ederdi, “ses tonu mülkiyeti” diye bir şey, kavram dünyamıza girmiş olurdu.

Hükümet medyasında hep bir ağızdan “paralel yapının en büyük oyunu deşifre oldu” başlığıyla çıkan haberleri görünce, bu konuda son noktaya vardığımızı düşündüm. Bu habere göre, silikondan yapılma maskeler kullanılarak kurmaca videolar yapılabiliyormuş ve paralel yapı da bu teknolojiye sahipmiş. Yani biz, önümüzdeki günlerde, gayet iyi tanıdığımız kişilerin, ayan beyan, olmaması gereken hallerde bulundukları videoları izleyeceğiz ve bu kişiler de bu videoların silikon maskelerle yapıldığını iddia edecekler. Şu anda şaka gibi geliyor ama birkaç gün içinde büyük ihtimal hepimiz bunu konuşuyor olacağız.

Bunun bir sonraki aşaması, paralel yapının uzaylılarla ittifak içinde olduğunu iddia etmek olur diyeceğim, ama onun bir sonraki aşama olduğundan emin değilim. O aşama atlandı galiba. Haksızlık etmeyelim, Türkiye daha kötü dönemlerden de geçti. Ama insan aklının bu kadar aşağılandığı bir dönem yaşanmamıştı herhalde.

11.3.14

Yanlış Anlaşılmalar Cumhuriyeti

Memleketin en önemli ve kronik sorununun aslında “Türk sorunu” olduğu tespitini ilk kim yaptı, bilmiyorum, ama aklıyla bin yaşasın. Bazen tartışmalar öyle bir hale geliyor ki, Türk sözcüğünün ne demek olduğuna karar veremediğimiz için otuz bin insanımızı kaybettik, diye düşünüyor insan. Türk, Orta Asya’dan Anadolu’ya göçen kavmin soyundan gelenlere mi denir, yoksa burada 20. yüzyılda kurulmuş Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşlarına mı? TDK sözlüğü iki anlamı şöyle listelemiş:

1. Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan halk ve bu halktan olan kimse. “Ne mutlu Türk’üm diyene!” – Atatürk
2. Dünyanın çeşitli bölgelerinde yaşayan, Türkçenin değişik lehçelerini konuşan soy ve bu soydan olan kimse. “Ben bir Türk’üm, dinim cinsim uludur.” – M. E. Yurdakul

Bu iki anlamdan, sözlükte ikinci olarak verilen, aslında kadim ve tarihsel olan temel anlamdır. Diğeri anlam genişlemesiyle kazanılmış yan anlamdır. Ama nedense (neden olduğunu biliyoruz tabii) bu anlamlar yer değiştirmiş. Dahası, aslında ikinci anlama örnek olan bir cümle, birinci anlamın örneği olarak verilmiş (birazdan açıklayacağımız üzere).

Bu iki anlam, adını bir etnik gruptan alan çoğu ülke için vardır. Ama aynı sözlük, aynı özelliğe sahip sözcüklerden olan “Alman”ı şöyle tanımlıyor:

1. Cermen soyundan olan halk.
2. Bu halktan olan kimse.

Alman sözcüğünün, “Federal Almanya Cumhuriyeti vatandaşı” şeklinde bir yan anlamı da vardır, ama bunun verilmesine bile gerek görülmemiş. Türk sözcüğünün hangi özelliği, onu Alman sözcüğünden kategorik olarak farklı kılmış olabilir? Sözcükte bir özellik yok tabii, sözlüğü hazırlayanlarda var.

Sözlüğün, Türk sözcüğünün TC vatandaşı anlamında kullanımına örnek olarak da Atatürk milliyetçiliğinin mottosu diyebileceğimiz “Ne mutlu Türküm diyene” sözünü vermesi ilginç.

Bu kadar çok tekrar edilip de, yaygın olarak bu kadar yanlış anlaşılan bir söz yoktur herhalde. Bir örneğini Taraf yazarı Tuncer Köseoğlu’dan not etmişim (hâlâ Taraf yazarı olmayabilir tabii). Milliyetçilerin bakış açısını özetlerken diyor ki: “Pekala bir Kürt, ‘ne mutlu Türküm’ dediği sürece, ülkemizin birinci sınıf bir vatandaşı olmasında bir sakınca yoktur.” Cümle biraz düşük, ama takıldığımız yer orası değil.

Bir diğer örneğini de bugün, MHP’nin yerel seçime yönelik ilanında gördüm: “Ne mutlu Türk’üm” diyemeyenlere artık yeter…

Buradaki yanlışlığı görebiliyor musunuz?

Bu iki cümlede de, Atatürk’ün bize dememizi önerdiği şeyin “ne mutlu Türküm” olduğu varsayılıyor.

Atatürk, eğer bizden “ne mutlu Türküm” dememizi bekliyor olsaydı, “Ne mutlu ‘ne mutlu Türküm’ diyene” derdi, öyle değil mi? Oysa bizden beklediği şey “ne mutlu Türküm” dememiz değildir. “Türküm” dememizdir. “Türküm” dediğin sürece mutlu olma hakkın vardır. Bunu anlamak bu kadar zor mu?

Evet, galiba, nedense, bunu anlamak zor. O yüzden başka bir şekilde yeniden anlatacağım. Eğer, Atatürk’ün dememizi beklediği şey, Tuncer Köseoğlu’nun, ilanı hazırlayan MHP’lilerin ve daha pek çok kişinin anladığı ya da anlamak istediği gibi “Ne mutlu Türküm” olsaydı, o cümle yarım kalmış olurdu. Atatürk’le hitap ettiği halk arasında şöyle bir diyalog hayal edebiliriz mesela:

– “Ne mutlu Türküm” diyene…
– Eee?
– Eee ne?
“Ne mutlu Türküm’ diyene“, dedin, gerisini getirmedin, Atam.
– Getirmem mi gerekiyordu?

Evet getirmesi gerekiyordu. Mesela “’Ne mutlu Türküm’ diyene saygımız büyüktür” ya da “’Ne mutlu Türküm’ diyene biz de ‘iyi ki Japon değilsin’ deriz”.

Atatürk hakkında herkesin farklı duyguları olabilir, ama herhalde en ateşli muhalifleri bile çok zeki bir insan olduğunu kabul ederler. Dili çok iyi kullandığını ve hitabet yeteneğinin çok yüksek olduğunu da onun hayatına tanıklık edenlerden biliyoruz. Onuncu yıl nutkunun final cümlesini yarım bırakması için, tam o sırada, gerçekten çok acil bir işi çıkmış olması gerekirdi. Bildiğimiz kadarıyla böyle bir şey de olmadığına göre, o cümlenin tamam olduğunu kabul etmek zorundayız.

Peki, bunun ne önemi var?

Burada TDK’nın örneğine geri dönebiliriz. Atatürk, eğer bizden, yanlış anlaşıldığı üzere, “ne mutlu Türküm” dememizi bekliyor olsaydı, buradaki “Türk”, gerçekten de örneğin altına yazıldığı anlamda kullanılmıştır deme şansımız olurdu. En azından bunun bir anlamı olurdu. Evet, insan TC vatandaşı olmaktan mutluluk duyabilir ve bunu “ne mutlu TC vatandaşıyım” diye dile getirebilir. Vize kuyruklarında kurulan tanışıklıklar yeni aşkların başlangıcı olabilir mesela. Veya, askerlikte nasıl aşağılandığınıza dair anılarınız olmasa erkek arkadaşlarınızla konuşacak şey bulamayabilirsiniz. Ya da diğer seçeneğiniz Afganistan, Suriye ya da Somali vatandaşı olmaksa, TC vatandaşlığı bulunmaz nimet olabilir. Ancak, biraz önce kanıtladığımız üzere, Atatürk bizden “Türküm” dememizi bekliyor. Bunu “TC vatandaşı” anlamında kullandıysa, bizden “TC vatandaşıyım” dememizi bekliyor demektir. Neden böyle bir şey istesin? TC vatandaşıysanız öylesinizdir, bunu dile getirmenin ne anlamı olabilir? TC vatandaşı olup olmadığınız sizin iradenize bağlı değildir, nüfus kütüklerinde kayıtlıdır. Siz istediğiniz kadar “TC vatandaşıyım” diye yırtının, eğer o kütüklerde adınız yoksa, bunun size mutluluk getirmesi bir yana, etrafınızdakilerin size meczup gözüyle bakmasından ve muhtemelen, eninde sonunda Somali’ye geri postalanmanızdan başka işinize yaramaz.

Atatürk, çoğu milliyetçiden farklı olarak, kendi diline hakimdir ve ne dediğini gayet iyi bilmektedir. Bizden “Türküm” dememizi beklemektedir ve bunu da TDK’nın ikinci sırada saydığı anlamda, yani etnik anlamda kullanmaktadır. O dönemin bütün uygulamaları da, “vatandaş Türkçe konuş”tan “güneş dil teorisi”ne, bunu destekler. Durum bu kadar açık. Bu kadar açık olmasına rağmen, bunu yanlış anlamak adeta milli sporumuz haline gelmiş. O yüzden hiçbir tartışmada bir adım yol kat edemiyoruz.