29.11.12

Müziğin Filmi

Sanırım, Fransız televizyonu tarafından yetmişli yıllarda yapılmış bir kayıt, Necdet Yaşar’ın uzunca bir taksimi

Dönüp dönüp tekrar izlediğim bir şey… Bilenler bilir, Necdet Yaşar, Tanburi Cemil Bey ve Mesut Cemil’le gelen tanbur geleneğinin çağımızdaki en büyük üstadı olarak bilinir. Taksimleri klasik türk müziği dersi gibidir. Bunu izlemek, her şeyi bırakıp sadece müzikle uğraşma isteği uyandırır.

Bu taksimin filminin çekilme şekli de ayrıca etkileyici. Kameramanın müziğe ilgisi ve merakı görüntülerden anlaşılıyor. TRT’nin müzik programlarında, dikkat ettiniz mi bilmiyorum, bir saz taksimi verildiği zaman (telli sazlar için söylüyorum), kamera nedense sürekli sağ ele zum yapar. Evet, sağ el, tellere vuran eldir (solaklar için sol el tabii), ses oradan çıkar, ama nameleri döktüren sol eldir. Ben, müziğe ilgili birisi olarak, öncelikle sol eli izlemek isterim. Kamera arkasındakiler çektikleri şeye o kadar ilgisiz ki, “ses buradan çıkıyor galiba” deyip sağ ele zumluyorlar. Hatta belki, Nasrettin Hoca misali, üstadın sol elini neden durmadan ileri geri oynattığına, bir de parmaklarını gıpraştırdığına anlam veremiyorlardır. Bu da yetmezmiş gibi, zırt pırt görüntü flulaşır, üzerine bindirme girer, arkadan, yandan, tepeden çekim girer. Bir sazı icra eden usta bir çalgıcıda hiçbir ilginçlik görmüyor olmalılar ki, akıllarınca görüntüyü ilginç hale getirmek için altından girip üstünden çıkıyorlar. Sadece bu tarz konser filmleri için değil, tüm filmler için geçerli, eğer ilginç bir fikriniz, hikayeniz, görüntünüz yoksa, görüntüyü flulaştırıp, envai çeşit görüntü efekti ekleyip, ekranı ikiye, üçe, beşe bölüp ulaşacağınız şey, ancak festival açılışında konuşma yapan beden terbiyesi il müdürü kadar ilginç olur. Önünüzde zaten son derece ilginç bir şey varken bu tarz numaralarla onu mahvetmek iyice affedilmez bir şey.

Uwe Künzel, Wim Wenders üzerine kitabında, Wim Wenders’in bir zaman çektiği bir konser filminden bahseder. Wenders, kamerayı sahnenin tam karşısına koymuştur, çalıştırmıştır ve konser boyunca hiç dokunmamıştır. Bahsettiğim tarzda görgüsüzlüklere bir tavır olarak yapmış olmalı. Öte yandan, ekranı bölme de dahil çeşitli numaraların yerinde kullanıldığı bir Woodstock filmi vardır ki, çok güzeldir (split-screen olayı bir noktaya kadar çok “cool” bir şeydi, ama sonra, sanırım Oliver Stone’un eline pelesenk olduktan sonra, tadı kaçtı). Konser filmlerinin şahı ise bana göre Adrian Maben’in “Pink Floyd Live At Pompeii” filmidir. Pink Floyd, Roger Waters’ın ipleri ele almasından önceki çatlak dönemine ait müziğini, Pompeii’nin boş antik tiyatrosunda, ruhlara çalar. Atraksiyonları da boldur filmin, ama her şey olması gerektiği gibidir sanki.

30.8.12

Evrimle İlgili Yanlış Sorular ve Doğru Cevaplar

Bu metni uzun zaman önce iş arkadaşlarım için yazmıştım. Yobazlığın ve bilim düşmanlığının iyiden iyiye hükümet politikası haline gelmesi üzerine, ilgilenecek herkese hitaben biraz daha gözden geçirdim. Evrim konusunda akademik bir ünvanım yok, biyolog veya antropolog değilim. Bu konudaki bilgilerim de Desmond Morris, Richard Dawkins, Jared Diamond, Frans de Waal gibi popüler bilim yazarlarının kitaplarından geliyor. Bu kitaplar genelde çok satanlar arasında olur, dolayısıyla benim düzeyimde bilgili çok sayıda insan olsa gerektir. Yine de bu konuda kendi sözcüklerimle yazma ihtiyacı duyuyorum. Çünkü, benim anladığım ve kafamda netleştirdiğim şekli, şimdiye kadar bu bilgiye erişimi olmamış birilerine bir kapı açabilir. Evrim teorisi çok karmaşık değildir ama insanın düşünce alışkanlıklarına biraz terstir, milyon yıllar gibi insanın kolaylıkla algılayamayacağı zaman ölçeğinde gerçekleşen olaylardan bahseder. O yüzden nasıl anlatıldığı, nasıl dile getirildiği önemli oluyor. Aynı zamanda bu bilgi, hayatta elde edilebilecek en değerli bilgilerden biridir, çünkü her bir canlının, özellikle de insanın her bir özelliğinin neden o şekilde olduğunu anlamak için eşsiz bir kılavuz oluşturur kafanızda. Dünyanız aydınlanır. 

Bütün Bunlar Rastlantı Sonucu Olmuş Olabilir Mi?

Olamaz. Canlı bedenlerin karmaşıklığının rastlantı sonucu oluşamayacağı bellidir, zaten o yüzden nasıl oluştuğuna dair bir teoriye ihtiyacımız var. Darwin’in evrim teorisi, canlıların rastlantı sonucu oluştuğunu söylemez, aslında tam tersini söyler. Darwin’in keşfettiği, evrimin belirleyici gücünün doğal seçilim olduğudur. Rastgele olan şey mutasyondur. Mutasyon genetik çeşitliliği yaratır. Ama evrimin kaynağı mutasyon değildir. Bu çeşitlilik, her bir nesilde, doğal seçilimin kıyımından geçer. Doğal seçilim şansa yer bırakmaz. Aynı zamanda her nesildeki etki, bir önceki nesildekiyle çarpılarak artar. İnsan hayatıyla karşılaştırıldığında evrim çok yavaştır ama jeolojik ölçekte son derece hızlıdır. Doğal seçilimin hızını ve gücünü anlamak için, satrançla ilgili ünlü hikaye fikir verebilir. Şah, satrancı icat eden matematikçiye bir ödül vermek ister. Matematikçi, satranç tahtasının birinci karesi için bir pirinç tanesi, ikinci kare için iki pirinç tanesi, sonrakiler için sırayla 4, 8, 16 pirinç tanesi ister, her bir karede bir öncekinin iki katı olacak şekilde. Şah güler, “bu kadarcık mı?” der. İstediğini vereceğini söyler. Ama 64. karenin sonuna geldiğinde ulaşılan sayı, dünya üzerindeki tüm pirinçten kat kat fazladır. Doğal seçilim de tek bir bireyde ortaya çıkan bir özelliği, eğer seçilim şansını arttırıyorsa, buna benzer bir hızla tüm popülasyona yayar.  Bir sonraki nesilde, o bireyin çocukları bu özelliği taşır. Seçilim şansını arttırdığı için bu özelliğe sahip olanlar, diğerlerine göre daha çok hayatta kalırlar ve ürerler. Yeni özellik, her nesilde katlanan bir hızla yayılır, artık tüm nüfusa yayılması sadece zaman meselesidir.

Evrim Sadece Bir Teori Midir?

Hayır. Evrim bilimsel bir gerçektir. Teori sözcüğünün günlük hayattaki anlamıyla, bilimsel terminolojideki anlamı farklıdır. Bilimsel terminolojide, teori, bilimsel bilgi demektir. İzafiyet teorisi, sayılar teorisi, oyun teorisi, kuantum teorisi gibi... Evrimin var olduğu ve doğal seçilim yoluyla işlediği kesindir. Bu konuda bilim dünyasında bir görüş ayrılığı yoktur. Bilimsel kaygılarla bu bilgiyi inkâr eden kimse de yoktur. İnkâr edenler, sadece dinsel fanatiklerdir. Yerine alternatif bir açıklama getirdikleri de yoktur. Yağmurun nasıl yağdığının açıklaması nasıl “Allah yağdırıyor” olamazsa, canlıların karmaşıklığının açıklaması da “Allah yarattı” olamaz. Bir açıklama, çözdüğünden daha çok bilinmez yaratıyorsa, ona açıklama denmez. Hayatı Allah'ın yarattığına inanabilirsiniz, adı üstünde bu bir inançtır, kanıta ihtiyacı yoktur. İnanç inançtır, bilim bilimdir. Bilimin içine inancı karıştırırsanız, bilim bilim olmaktan çıkar.

İnsan Maymundan Mı Geliyor?

Hayır. Evrim teorisini bilen hiç kimse böyle bir cümle kurmaz. Dünya üzerindeki hiçbir canlı türü, bir diğerinin ilkel formu değildir. Doğru cümle şudur: İnsan, tüm diğer maymun türleri ile aynı ortak atadan gelir. İnsan, şempanze, goril, lemur, makak, orangutan. Aslında tüm canlılar aynı ortak atadan gelir ama insanın diğer maymun türleriyle ortak atası daha yakın bir zamanda yaşamıştır. İnsanın en yakın akrabası şempanzedir, ondan sonra goril gelir. Şempanzenin de en yakın akrabası insandır, goril insana göre daha uzak akrabadır. İnsan aynı zamanda fareden, levrekten, mantardan ve patlıcandan da gelir. Hepsiyle akrabadır. Ama mesela, insanla patlıcanın ortak atası ne insana ne patlıcana benzeyen, deniz dibinde yaşayan tek hücreli bir canlıdır.

Neden Bütün Maymunlar İnsan Olmadı?

Yeni bir türün oluşması, yani türleşme, bir türün bireylerinin bir nedenle birden çok gruba ayrılması ve evrimlerini bağımsız olarak sürdürmeleri yüzünden olur. Bu ayrılmanın nedeni, genellikle coğrafi izolasyondur, yani dağ, tepe veya nehir gibi aşılması zor bir engelin iki yanına yayılırlar. Bu izolasyon yüzünden, bir toplulukta ortaya çıkan bir adaptasyon, diğer topluluğa yayılamaz. Üst üste eklenen adaptasyonlarla, bu iki topluluk hızla birbirinden farklılaşır. İnsanla şempanzenin ortak atası olan tür, 5-10 milyon yıl önce yaşamıştır. Afrika’nın farklı bölgelerine yayılmış ve yerleştikleri coğrafyanın şartlarına göre kazanılan adaptasyonlarla birbirlerinden farklılaşmıştır. Bu topluluklardan sadece birinden bugünkü insan oluşur, çünkü bugünkü insanı oluşturan adaptasyonlar dizisi, diğer topluluğa geçemez. Diğer topluluğun tamamen aynı yolu izleyerek aynı şekilde evrimleşmesi, pratikte imkânsızdır.

Bunu anlamak için, kolayca düşülebilecek iki yanılgıya karşı dikkatli olmak gerekir. Birincisi, evrimin sonunda insanı ortaya çıkarma amacıyla işlediğini sanmaktır. Evrimin bir amacı ya da hedefi yoktur. Her bir nesil, yaşadığı zamanın ve ortamın koşullarıyla sınanır. O koşullara daha iyi uyum sağlayanlar seçilir. Doğal seçilim için geçmiş ya da gelecek yoktur, sadece o an vardır. İkinci yanılgı, farklı evrimsel yollardan gelenlerin aynı canlıya dönüşebilecekleri yanılgısıdır. Doğal seçilimde sadece farklılaşma ve elenme vardır. Farklı noktalardan başlayan iki hayvan türünün aynı hayvana dönüşmesi, pratikte imkânsız denebilecek kadar düşük bir ihtimaldir.

İnsan Ne Zaman Ortaya Çıktı?

Bilim insanlarının Homo Sapiens olarak adlandırdığı türün yaklaşık 300 bin yıldır var olduğu kabul ediliyor. Yani, üzerinde az çok uzlaşılmış sınıflandırmaya göre, bugün bildiğimiz anlamda insan 300 bin yıl önce ortaya çıkmış denebilir. Ama burada "kabul edilen" ve "üzerinde uzlaşılmış" ifadelerinin altını çizmek gerekir. Homo Sapiens'in atası olan Homo Erectus, bizden farklı bir tür kabul ediliyor, çünkü aramızdaki farklılıkların iki farklı tür kadar çok olduğu kanaatine varılmış. Ama modern insana dönüşüm tabii ki aşama aşama olmuştur, tarihin hiçbir anında insan olmayan bir anadan insan bir yavru doğmamıştır. Her yavru elbette en çok anne-babasına benzer. 300 bin yıl önce yaşayan atalarımız da bizden çok 301 bin yıl önce yaşayan atalarımıza benziyordu. İnsanın ortaya çıktığı zaman dediğimiz şey bir kabulden ibarettir. Yaşam ortaya çıktığından beri tüm değişimler; küçük, belli belirsiz adaptasyonların üst üste eklenmesiyle olmuştur. Dolayısıyla, farazi değil kesin bir tarih istiyorsak söyleyebileceğimiz tek şey şudur: İnsanın ortaya çıkışı, yaşamın ortaya çıkışıyla aynı zamanda olmuştur.

Evrim İçin Yeterli Kanıt Var Mı?

Aslında bu sorunun fazla bir önemi  yok. Doğal seçilimin nasıl işlediğini anladığınızda canlıların karmaşıklığını ortaya çıkaran şeyin bu olduğunu ve başka bir şey olamayacağını da görürsünüz. Doğal seçilim bir iddia ya da varsayım değildir, bir keşiftir. Genetik çeşitlilik vardır ve gözümüzün önündedir. Mutasyonların yeni özellikler kazandırabileceği bir gerçektir, o da gözümüzün önündedir. Bu ortamda doğal seçilim mekanizmasının işleyeceği ve işlemekte olduğu da barizdir. Geriye kalan tek soru, aynı mekanizmanın geçmişten bugüne kadar işlemiş ve bu canlı karmaşıklığını ortaya çıkarmış olup olmadığıdır? Tabii ki kimse bunu olurken görmemiştir veya videoya çekmemiştir. Ama bunun başka türlü olduğunu düşünmek için hiçbir nedenimiz yok.

Darwin, doğal seçilimi ortaya koyduğu Türlerin Kökeni kitabında, teorisini destekleyecek daha çok fosil kanıtı bulmayı beklediğini ama bulamadığını yazmış. Yobazlar, bu sözü alıp “yeterli fosil kanıtı yoktur” şeklinde bir slogana dönüştürmüşler. Darwin’den sonra onun bulduğunun binlerce katı fosil bulunmuş olması ve hepsinin de teoriyi destekliyor olması bir yana, günümüz teknolojisinde aslında fosil kanıtına da fazla ihtiyaç yok, çünkü DNA analizi yapabiliyoruz. DNA’ların üzerinde her şey bellidir.

Evrim Teorisi Yaşamın Nasıl Başladığını Söylüyor Mu?

Hayır. Yaşamın nasıl başladığına dair birçok hipotez olsa da, bunun kesin olarak nasıl olduğunu bilebilecek durumda değiliz. Ama bir kez başladıktan sonra nasıl işleyeceği bellidir. Evrim sürecinin başlaması için tüm ihtiyaç duyulan, kendini kopyalayabilen bir moleküldür. Bu molekülün ürettiği kopyalar da kendilerini kopyalayabilen moleküller olacaktır. Bugün tüm canlıların hücrelerinde bulunan DNA ya da onun daha ilkel bir hali var olduktan sonra, gerisi çorap söküğü gibi gelir. Şunu anlamak önemlidir: Kendini kopyalayabilen tek bir molekül, bugünkü yaşam çeşitliliğini oluşturmak için yeterlidir. Bu molekül, büyük bir rastlantı eseri, durup dururken ortaya çıkmış olsa bile, bu rastlantının sadece bir kez gerçekleşmiş olması yeterlidir. Böyle bir şeyin olması çok düşük bir olasılık olabilir, ama milyar yıllar ölçeğinde düşündüğümüzde, bunun tek bir kere rastlantı eseri olması küçük bir olasılık olmaktan çıkar.

Evrim Teorisi Tanrının Var Olmadığını Mı Söyler?

Evrim teorisi, elbette Tanrı’yla ilgili bir şey söylemez. Tanrı’ya inanan ve bu inancından vazgeçmeye niyeti olmayan birisi için, Tanrı’nın her şeyi yarattığı gibi evrim sürecini de yarattığına inanmak mümkündür. Tanrı’ya inanıyor olmak, evrimi inkâr etmeyi gerektirmez. Evrim bir inanç meselesi değildir, bilimsel bir gerçektir. Bilimsel bir gerçeği dinsel gerekçelerle reddetmek, yobazlıktan başka bir şey değildir.

Öte yandan, bir Tanrı’nın var olması gerektiği düşüncesinin temel dayanağı, canlıların gözle görünür doğa olaylarıyla açıklanamayan karmaşıklığından başka bir şey değildir. Hiç kimse taşa ya da suya bakıp bunun nasıl var olabildiğine hayret etmez. Varlığıyla hayret uyandıran şey hayattır. Doğal seçilimin keşfi, bu açıklanamayan karmaşıklığı açıkladığı için, Tanrı düşüncesinin temel dayanağını çürütmüştür. Dolayısıyla, Tanrı’nın var olmadığını kanıtlamasa da, Tanrı fikrini son derece gereksiz kılmıştır.

İnsan Türünün Geleceği İçin En Zayıflar Elenmeli Midir?

Doğal seçilim bir tabiat olayıdır. Gerçekleşmesi için bizim desteğimize ihtiyacı yoktur. Evrimleşerek daha üstün bir canlıya dönüşmek gibi bir amaç beslememiz kadar saçma bir şey olamaz. Zayıfların eleniyor olması, zayıfların elenmesi gerektiği anlamına gelmez. Evrimsel prensipleri insan topluluklarına ve siyasete uygulama fikri Sosyal Darvinizm diye bilinir. Bu, Darwin’in keşfettiği ilkenin yozlaştırılmış halidir. Irkçı, otoriter, faşist yönetimlerin bahanelerinden biri olarak kullanılmış, soykırımlar için gerekçe olarak öne sürülmüştür. Bu sapkınlığa karşı dikkatli olmak gerekir. Evrimin bizi var eden şey olması, onu yüceltmemizi veya kutsamamızı gerektirmez. Evrim süreci insana başka hiçbir canlıda olmayan bir beyin ve zihinsel kapasite vermiştir. Herkesin iyiliği ve mutluluğunu düşünmek, herkesin hakkına saygı duymak, iyi olmak, vicdanlı olmak, nazik olmak aklımızın bize verdiği ahlaki sorumluluktur.

27.7.12

Şimdiki Zamanın Kehaneti

“Projemiz kapsamında, sizlerle konuştuğumuz gibi X şirketine site visit yapıyor olacağız. Katılmasını gerekli gördüğünüz kişiler varsa lütfen iletiyor olunuz.”

Yukarıdaki gibi bir cümleyi okuduğunuzda, yazan kişinin Türkçe’yi yeni öğreniyor olduğunu düşünebilirsiniz. Belki eylemlerin sonuna ekleri eklemekte zorluk çekiyor, bir “olmak” eylemini ezberlemiş, yerli yersiz onu kullanıyor. Ama emin olun öyle değil. Hatta ülkemiz standartlarına göre çok yüksek düzeyde eğitim almış, inci gibi dişleri ve bembeyaz teni olan bir birey olduğunu da rahatlıkla söyleyebilirim.

Peki ne demek istiyor? Neden, delikanlı gibi, ”yapacağız” ve “iletiniz” demek yerine “yapıyor olacağız” ve “iletiyor olunuz” diyor? İş ortamlarını ve oralarda gelişen tuhaf Türkçeyi bilenler, benim şimdiki zamanın kehaneti dediğim bu kullanıma rastlamışlardır. Aslında bu kullanımın çok uygun düşeceği durumlar vardır. Şimdiki zaman denen ve eylemin olup biten değil süren (başı-sonu belli olmayan) bir eylem olduğunu anlatan bu kip, nasıl, geçmiş zaman içindeki süreğen bir eylemi anlattığında şimdiki zamanın hikayesi oluyorsa, gelecek zamandaki süreğen bir eylemi de anlatabilir, o zaman da bu şekilde kullanılır. Mesela “Sen geldiğinde ben uyuyor olacağım.”

Ama buradaki durum başka. Öyle süreğen bir eylemi anlatma gibi bir dert yok. X şirketine yapılacak site visit (ne menem bir şeyse), elbette birkaç saat sürecektir, ama başı-sonu bellidir. Biz süreğenliğiyle ilgilenmiyoruz. Olup olmamasıyla ilgileniyoruz. Tahminimce bu kullanım, bambaşka bir motivasyonla ortaya çıktı ve giderek iş ortamı kibarlığının bir parçası halini aldı. Diyelim ki bir müşteri için bir iş yapıyorsunuz ve müşteriniz, doğal olarak, her iş yaptıran kişinin soracağı, ama sizin hiç duymak istemediğiniz soruyu soruyor:

- Ne zaman biter?

Siz de en inci dişli gülümsemenizi takınıp diyorsunuz ki:

- Efendim, biz bu işi üç ay içinde bitiriyor olacağız.

Müşteriniz, bu söyleme pek aşina değil, emin olmak istiyor:

- Yani, üç ay içinde bitireceksiniz, değil mi?

- Hayır efendim, bitireceğiz, demedim. Bitiriyor olacağız, dedim.

- Kardeşim, bu iş, üç ay içinde bitecek mi, bitmeyecek mi?

- Efendim, dediğim gibi… Bitiyor olacak.

Siz belki umutsuz bir çabayla, müşteriniz üç ay sonra gelip “bitti mi” dediğinde, “bitiyor” diyebilmek ve kendinizi haklı bulmak istiyorsunuz (Ben size bitecek demedim, bitiyor olacak dedim, bakın, şu anda da bitiyor). Ya da, şanslıysanız, müşteriniz sizi baştan anlıyor, ülkede işlerin nasıl yürüdüğünü (ya da yürümediğini) de az çok biliyor, sizin yüzünüze gülümseyip, aklından “bu danalar üç ay diyor ama altı aya anca biter” diye geçiriyordur. Egelilerin “du bakalım” demesi gibi bir şey. Bir işi yapıp bitirme konusundaki isteksizliğin dilbilimsel ifadesi. Gönülsüzlük kipi…

17.7.12

İki Lira

Hesabı istedim. 16 lira geldi. 20 lira verdim, üstünü bekledim. Kendi kendime planımı kurdum bu arada, dört tane demir birlik getirirler, ikisini alırım, ikisini bırakırım. Normalde %10′u mümkün olduğunda yukarı yuvarlayacak şekilde bahşiş bırakıyorum. Aşırı kazık bir yer olmadığı sürece… Bazı hesapların %10′u bile canınızı acıtacak düzeyde olabiliyor. Tabii 16 gıcık bir sayı, aşağı yuvarlanmak istiyor. Neyse, para üstü geldi, iki tane demir birlik, üç tane de elli kuruş… Toplamda 3,50 lira… Para üstünü eksik getirmişler.

Beni şöyle bir düşünce aldı: Zaten sonunda bırakacağım bir parayı talep etmeli miyim? Para üstünü eksik getimişsiniz, deyip, sonrasında iki lirayı bıraktığımda nasıl bir etki yaratırım. Lütufta bulunuyormuş gibi bir hava yaratmak istemem, herhangi bir müşterinin yapması gerekeni yapıyorum. Para üstünü tam istesem, hepsini cebe atacağımı düşünürler doğal olarak. Arkasından iki lirayı bırakmak, hiç parçası olmak istemediğim bir dramanın içinde bırakabilir beni. Öte yandan, bana gelen 3,50 içinden başta planladığım gibi 2 lirayı alsam, geriye 1,50 lira kalacak, yani bu hesaptan bahşiş kutusuna 1,50 lira gidecek. Kalan 50 kuruş ise mekanın kasasında kalacak. Allah bilir, kasada bir tosuncuk oturuyordur (oturduğum yerden kasa görünmüyor) ve kasaya daha fazla para gitmesi için elinden geleni yapıyordur. Oysa ben 2 liradan vazgeçerken, onun hepsinin bahşiş olarak değerlendirilmesini isteyerek vazgeçiyorum.

Tabii sosyal becerileri kuvvetli bir insan, garsonu çağırıp durumu açıklayabilir (nasıl yapacaksa artık, ben söze nereden başlayacağımı bile kestiremiyorum) ve bahşiş kutusuna gerektiği gibi iki liranın gitmesini sağlayabilir. Ama ben bu tarz durumlarda iletişimi minimumda tutmak için özel bir çaba sarf ederim. Yoksulluk icabı kibar olmak zorunda olan insanlarla iletişim konusunda bir problemim var. Bu problem aslında buradaki çarpıklıktan kaynaklanıyor. Normalde zenginler kibar olur, yoksullar kaba olur. Tabii islami/kapitalist perversiyonun etkisindeki ülkemizde aksi durumlara sık sık rastlanabiliyor. Ama bizim beklediğimiz budur, böyle olmasını isteriz, böyle olunca rahat ederiz. O yüzden, garsonlar, güvenlik görevlileri, mağaza çalışanları gibi asgari ücret karşılığı kibar olması gereken biriyle karşı karşıya geldiğimde, bu sahte ilişkiyi minimumda tutmak için bir zorunluluk hissediyorum. Bence bu durumda bana düşen, gerçekten gerekli olmadıkça garsonu çağırmamaktır. Sipariş vermek gerçekten gereklidir, oraya bunun için geldiniz. Hesabı istemek de gerçekten gereklidir, oraya bunun için geldiniz (onlar açısından). Onun dışındaki her durumda, bu gayri tabii kibarlığı suistimal eder duruma düşmemek için iki kere düşünürüm, gerçekten gerekli midir diye.

Neyse, sonuçta iki lirayı cebe attım, iyi akşamlar, dedim, çıktım.

25.4.12

Azim ve Performans

Post-express dergisinde birkaç yıl önce yayınlanan bir röportaj vardı. Çalışma psikodinamiği uzmanı Christoph Dejours, France Telecom’da arka arkaya yaşanan işyerinde intihar vakaları üzerinden sürdürdüğü çalışmasında, modern çalışma biçimlerinin, yeni dominasyon yöntemleri ürettiğinden bahsediyordu. Bunlardan en önemlisi ve araştırdığı vaka üzerinde en çok etkili olduğunu saptadığı yöntem ise bireysel performans değerlendirme sistemleri.

Geçtiğimiz günlerde konuyla ilgili bir seminere katıldım. Bozgunculuk yapmamak, sadece oturup dinlemek niyetindeydim. Ama bir yerde, anlamadığım bir nokta olduğunu söyleyerek söz aldım. Konu, çalışanın işine ait her bir sorumluluk alanı için, gelecek döneme dair bir hedef belirlemesiydi. Anlayamadığım nokta şuydu: Söz konusu sorumluluk alanları, işverenin çalışana, aldığı maaş karşılığında verdiği işler olduğuna göre, çalışanından ne iş yapmasını beklediği bilgisi de aslen ve özellikle işverende olduğuna göre, neden çalışandan kendisi için hedef belirlemesi isteniyor? Belirlenecek hedef ne olursa olsun, yapılmakta olan işle ilgilidir, ve aslen çalışana değil şirkete aittir. Bu hedefleri belirleme işini (sözde) çalışana yaptırmak, bir tür kandırmacadan başka bir şey olamaz. Para karşılığı emek vermekle yükümlü çalışana, bazı sözler verdirmek, bu sözleri de kendi ağzından almak, çalışanın buradaki profesyonel ilişkiyi bir şeref meselesi haline getirmesini sağlamak için yapılmıyorsa, başka ne için yapılabileceği konusunda hiçbir fikrim yok. Konuşmacı biraz telaşlandı, ilk cevabı şu oldu: “Ama istatistiksel olarak, kişilerin kendi koyduğu hedeflere ulaşmak için daha çok çabaladıkları tespit edilmiş.” Bunun, benim argümanımı tümüyle destekleyen bir şey olduğunu söyledim. Konuşmacı o noktadan sonra konuyu değiştirdi, ben de bu kadar bozgunculuğun yeteceğine karar verip sustum.

Yukarıda parantez içinde yazdığım “sözde”nin anlamını da açıklayayım. Sistem şu şekilde işliyor: Çalışan kendi iş alanları için birtakım hedefler koyuyor. Daha sonra bu hedefleri yöneticisiyle müzakere ediyor, hedefler gözden geçiriliyor, sonunda bir orta noktada buluşuluyor. Çalışanla yöneticisi arasında nasıl bir orta nokta bulunur? Bu iki seçmeni olan ve birinin 2 oy hakkı olan bir demokrasiye benziyor. İşin doğrusu şudur: Siz ne derseniz deyin, sonunda yöneticinin dediği olur. Zaten ona bu yüzden yönetici denir. Ama siz bu tatsız yola koşulursunuz ve hedeflerinizi kendiniz, yöneticinin kabul edebileceği şekilde yazarsınız. Eğer sistem gerçekten ciddiye alınıyor olsa (neyse ki çoğu yerde alınmıyor), daha sonra bu hedeflere ulaşamadığınız için sorumlu tutulmanız, kendinizi yetersiz hissetmeniz için bu ve benzeri psikolojik baskı araçlarının devreye sokulması, sonunda günün birinde işten çıkarıldığınızda, bunu çoktandır hak etmiş olduğunuza inanmış olmanız da mümkündür. Aynı sistemin başka araçları içinde, çalışanların birbirlerinin performansını değerlendirmeleri gibi şeyler de vardır. Sistemin tasarımcılarına göre; bu, arkadaşların birbirlerine, eksiklerini söyleyerek kendilerini geliştirmeleri konusunda destek olmasını sağlar. Christoph Dejours ise, bunu iş arkadaşları arasındaki dayanışmanın ve dostluğun sabote edilmesi olarak yorumluyor. Özellikle performans değerlendirmesi sonucunda alınan puanların, maaş artışı ve prim üzerinde etkisi oluyorsa, ya da işten çıkarılma sırasının belirlenmesinde kullanılıyorsa… Ki hiçbir çalışan bu şekilde kullanılmayacağından emin olamaz.

Belki bu teorileri üretenler, “insan kaynakları” denen uydurma bilimin akıl hocaları, bu sistemleri dostluğu ve dayanışmayı ortadan kaldırma amacıyla tasarlamadılar. Ama bu, ulaşılmaya çalışılan başka bir amacın yan etkisi oldu. Asıl amaç, bana göre, çalışanın yaptığı işte kendini her zaman yetersiz hissetmesini sağlamaktır. Bunu tersten ifade ederek olumlu bir şey gibi göstermek mümkün: Asıl amaç, çalışanların kendilerini her zaman geliştirmelerini sağlamaktır. Ama insan kendini ne kadar geliştirebilir ki! Hele pek çoğumuz gibi rutin bir işte ömür tüketirken… Bana bir keresinde akıcı konuşma becerimi geliştirmem gerektiği söylenmişti. Akıcı konuşma konusunda hiçbir zaman iddialı değildim. Belki konuşma konusunda çok becerikli olsaydım, kâtip değil stendapçı falan olurdum (bazen Cem Yılmaz kadar komik şeyler bulabiliyorum). Aslında, pek kimseyle konuşmadan işimi yapabileceğimi sandığım için bu mesleği seçmiştim. Bana bunun hatırlatılmasının bana ne faydası var? “Hep daha iyi olabilirsin” demek, gayet düz mantıkla, “hiçbir zaman yeterince iyi olamazsın” demek değil midir?

Kapitalistlerin, ödedikleri ücret karşısında mümkün olan en yüksek emeği (insan kaynakçılarının sevdiği tabirle “performansı”) elde etmeye çalışmalarını anlayabilirim. Anlayamadığım, mazur göremediğim şey, kendi açılarından bakınca profesyonel bir alışveriş olan bu ilişkiyi; çalışanın, kendi açısından, bir tür şeref meselesi olarak görmesini sağlamak için ellerinden geleni yapmaları… Amerikalıların sevdiği tabirle söyleyeyim: “Bu hiç adil değil.”

14.2.12

Harman

Taksinin radyosunda, Fikret Kızılok’un “Bir Harmanım Bu Akşam” şarkısının, sanırım, yeni yapılmış pop-rock tarzı bir düzenlemesine denk geldim. Daha önce de dikkatimi çeken şu dizelere takıldım tekrar:

her gecenin sabahı
her kışın bir baharı
her şeyin bir zamanı
benim dermanım yok

Ortak bir yükleme bağlanan dört ifadeden oluşan bir sıralı cümle. Ortak yüklem “yok”. Türkçe bilen ve anlayan kişiler olarak, ilk üç dizenin, dördüncü dizenin yüklemine, yani “yok”a bağlandığını kolayca anlıyor olmamız gerekir. Ama, ilk üç dize klişe ifadeler olduğu için midir, yoksa müziğin marş-melodik denilen, kolayca tahmin edilen bir seyri olmasından etkilendiğimiz için mi, bu dizelerin sonunda “var” denmediği halde, hatta hepsi “yok” yüklemine bağlandığı halde, “var” gibi algılama eğilimindeyiz. Böylece buradaki inceliği fark etmeden geçebiliyoruz. Biz hepsinin bağlanacağı bir “var” beklerken, hepsi “yok”a bağlanıyor. Siz bunların hepsini var diye bilirsiniz, ama benim dermanım olmadıktan sonra, ne her gecenin sabahı vardır, ne her kışın bir baharı, ne de her şeyin bir zamanı… Böyle güçlü ve şiirsel bir ifadenin bu kadar zor algılanıyor olması tuhaf. Ya da belki bu kadar zor algılandığı için bu kadar güzel.