Lâkin görünen o ki, ikili ilişkiler ölçeğinde geçerli görünen bu kural, toplumsal düzlemde pek de geçerli olmayabiliyor.
Oxford sözlüğünün 2016’da yılın kelimesi olarak seçtiği “hakikat ötesi” (post-truth) kavramından girelim. İnternetin birincil iletişim aracı haline geldiği çağımızda, sağcı politikacılar, bir noktada, söyledikleri yalanların ortaya çıkmasının pek büyük bir problem olmadığını fark ettiler. Çünkü hitap ettikleri kitle, gerçek ortaya çıksa bile, büyük bir azimle buna kulaklarını tıkamayı başabiliyordu. Ortalama üç sözünden ikisi yalan olan Donald Trump; taraftarlarını, kendisine karşı yapılan ne kadar yayın varsa ve ne kanıt gösterirlerse göstersinler, hepsinin kurmaca ve yalan olduğuna ikna etmeyi başarabiliyor. Çünkü, ülkenin lümpenleri, kendi kafalarında kaynayan pislikler Trump’un ağzından döküldüğü andan itibaren onu her sözüne inanacakları liderleri olarak benimsediler. Eğer biri onun sözlerinin yalan olduğunu kanıtlamaya çalışıyorsa, iktidarı ele geçirmeye çalışan karanlık güçlerin emrindedir. Aynı fenomen dünyanın pek çok yerinde yaşanıyor, ülkemiz de bundan en çok nasibini alan yerlerden biri. Siyasal tartışmalar tarihe karıştı. İktidar mensupları, hiçbir sözlerini kanıtlama gibi bir sorumluluk hissetmiyorlar ve söyledikleri yalanlar için hiçbir bedel ödemeleri gerekmiyor. Daha önceleri, gerçek ortaya çıkarsa başlarının derde gireceği korkusu vardı ama öyle bir dünya yarattılar ki, yalanlarla gerçekler birbirinden ayırt edilemiyor ve bu şekilde işler tıkır tıkır yürüyor.
Elbette yalan siyasetin içinde her zaman vardı. Büyük usta Nazım Hikmet’in bilgi çağı olmayan bir çağda ifade ettiği gibi; antenler, rotatifler, ilanlar, afişler ve kızların çıplak baldırları yalan söylüyorsa, ellerimiz isyan etmesin diyedir. Ama bilgi çağında, gerçeklere de aynı ortam üzerinden (internetten) erişim imkânı açık olduğu halde, hâlâ yalanın bu kadar itibar görmesi; ağzından çıkan her sözün sorumluluğunu taşıması gereken kişilerin, yalan olduğu saniyeler mertebesinde bir sürede kanıtlanabilecek yalanları, gözlerini kırpmadan söylerken, yalanın müşterilerinin, işin aslını astarını öğrenmek için değerli saniyelerini vermeye yanaşmaktansa, yalanı kuyruğuyla birlikte yutmayı yeğlemesi, ellerimizin isyan etmek yerine alkış tutmayı tercih etmesi, insanın akli melekeleriyle ilgili şimdiye kadar bildiğimiz ve az çok uygarlığımızı üzerine kurduğumuz şeylerin temelini oyuyor.
İster istemez, aslında herkes neyin yalan neyin gerçek olduğunun farkında, sadece bizi sinir etmek için böyle davranıyorlar gibi bir hisse kapılıyorsunuz. Birkaç yıl öncesine ait bir haber programından bir sahne var notlarımda: Fransa parlementosunun Ermeni soykırımını inkâr etmeyi suç sayan (ve sonra Fransa Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilen) yasa tasarısını oyladığı ve bizim milletçe krem şokolaya ve ferforjeye düşman olduğumuz günlerin birinde, Paris’te parlemento önünde tasarıyı protesto eden bir gurbetçi, uzatılan mikrofona şunları söylüyor: “Biz bu soykırımı sonuna kadar inkâr etmeye devam edeceğiz.” Gurbet elde yetişmiş vatan evladının Türkçemize pek hakim olmamasına yorabilirsiniz tabii, inkâr etme sözünün inkâr edilen şeyin aslında gerçek olduğu anlamını içerdiğinin farkında olmayabilir. Ama bir ihtimal, aslında gerçekten demek istediği şeyi diyor: Biz bunun gerçek olup olmamasıyla ilgilenmiyoruz, bunu devletimizin milletimizin yararına inkâr etmemiz gerektiğine inandığımız için inkâr ediyoruz. Burada yalan, birilerini aldatmak için söylenen bir şey olmaktan çıkmış, bir milletin hamuruna nüfuz etmiş. Paylaşılan yalan, topluluk kimliğinin parçası haline gelmiş.
Bu kişilerin, yalan olduğunu bildiği bir şeye inanıyormuş gibi göründüğünü söylemiyorum. O kadar basit değil. Bunun arkasında “aktif meraksızlık” diyebileceğimiz bir mekanizma işliyor. Sorgulanmaz ilan edilen şeye karşı herhangi bir sorgulama geldiğinde, kulaklar kapanıyor, aklın fişi çekiliyor ve ezberden bir metin okunmaya başlanıyor. Bu hale geçmiş bir beyine; gerçekle, mantıkla, neden-sonuç ilişkileriyle nüfuz etmeniz artık mümkün olmuyor.
Nazım Hikmet’in az önce andığımız şiirinde, buradaki duruma istemeden temas eden ilginç bir bölüm daha var:
Ve insanlar, ah, benim insanlarım,
yalanla besliyorlar sizi,
halbuki açsınız,
etle, ekmekle beslenmeye muhtaçsınız.
|
Üstad, bunu yirmi birinci yüzyılda yazmış olsaydı, son dizede et ve ekmek yerine besin değeri yüksek lifli sebzelere yer vermeyi tercih edebilirdi, ama konumuz bu değil. Konumuz, yalanın beslenmek için yararlanılabilecek bir şey olması. Beslenmek için bir topluluğun parçası olmak gerekiyor ve çoğu durumda bu da bir yalanı, ya da daha tarafsız bir tabirle söylersek, bir hikâyeyi benimsemekten geçiyor.
Biz, akla ve bilime dayalı modern uygarlığımızı kurup demokrasi ile yönetilen ülkeler tasarlarken, bu kalın kafalılık halinin insanın bu derece hamuruna işlemiş bir şey olduğunun o kadar da farkında değildik. Gerçekler ortaya döküldüğünde, insan aklının neden-sonuç ilişkilerini takip ederek doğruları bulacağına inanıyorduk ama bu inancın boş olduğu, ancak gerçekler ortaya dökülünce anlaşıldı.
Yalanın besin değeri de demokrasi ortamında daha da belirginleşiyor. Demokrasi varsa seçme hakkı vardır ve oylarınızla iktidarı belirleyebilirsiniz. Ama işler öyle yürümez, çünkü oyu verenlerin hamurunda, gücün çevresinde pervane olma içgüdüsü vardır. Büyük orduların askerlerinin soyundan geliyoruz, onların yok ettiklerinin değil. Ama elimize bir oy tutuşturulmuştur. Onu isteyenlerin karşılığında bir şey vermesi gerekir. Bu borçlarını da yalanla öderler. Bizim için yeterlidir, böylece taşlar yerine oturur ve kendimizi hem seçme hakkı olan bir birey, hem de kazanan ordunun bir neferi hissederek sıcak yataklarımıza kıvrılırız.