Charlie Hebdo katliamı, 11 Eylül’den çok 2 Temmuz’a benziyor. Fransa’da Sivas katliamı daha bilinir olsaydı, Fransa’nın 2 Temmuz’u diyebilirlerdi. Bunu demekle, 11 Eylül’e göre daha hafif olduğunu söylemiyorum. Tersine, bence bu olay, tüm yüzyılı etkileyecek daha derin bir kırılmanın başlangıcı olabilir. Bunun etkilerini, 11 Eylül’de olduğu gibi, hemen arkasından başlayan savaşlar, işgal edilen ülkeler şeklinde görmeyeceğiz belki. Ama bu, Avrupa’nın güzel düşünülmüş barış ve hoşgörü temelli özel bir projesinin, çokkültürlülüğün sonunun başlangıcı olacak.
Bana bu düşünce konusunda ışık tutan şey, Saadet Partisi Genel Başkan Yardımcısı Birol Aydın’ın sözleri oldu. Aynı minvalde şeyler söyleyen çok sayıda insandan biri… Saldırıyı, elinde herhangi bir belge veya kanıt olduğuna dair bir intiba verme zahmetine dahi girmeden, yeni emperyalist girişimlere zemin hazırlama amacındaki Fransız (derin) devletinin düzenlediğini iddia ettikten sonra, aynı gün Yemen’de de 35 kişinin öldürüldüğünü ama Fransa’da öldürülen 12 kişinin nedense daha büyük yaygara kopardığını söylüyor.
Üzerinde düşünmeye değer. 12 kişinin ölümü mü daha kötüdür, 35 kişinin ölümü mü? Bütün insanları eşit kabul ettiğimize göre ve 35 > 12 olduğuna göre 35 kişinin ölümü daha kötü olmalı. Yoksa bütün insanları eşit kabul etmiyor muyuz? Yoksa bir Fransızın hayatı bir Yemenlininkinden daha mı değerli?
Buna başka bir soruyla cevap verebiliriz. Hint Okyanusu’ndaki tsunamide 200 bin kişinin ölmesi mi daha kötüdür, yoksa kedinizin ölmesi mi? Bu olayın Fransa halkı üzerindeki etkisini anlamak için yol gösterebilir. Bir ölümden, ölen kişinin sizin hayatınızda kapladığı yer ölçüsünde acı duyarsınız. Charlie Hebdo’yu basan iki şerefsiz, 12 kişiyi değil, bir halkın çocukluk anılarını, üniversite kantinlerindeki kahkahalarını, sohbet konularını, fıkralarını, hikayelerini katlettiler. Fransa halkının algısında, bu, bazı insanların bedenlerine değil, bütün bir halkın ruhuna kurşun sıkılmasıdır.
Asıl kırılma ise, Birol Aydın ve benzerlerinin bakış açılarından kaynaklanıyor. Bizim ülkemizde son derece yaygın, muhtemelen diğer müslüman ülkelerde de durum farklı değildir. Açıkça sevinenler, alkış tutanlar bir yana, saldırıyı kınayanlarda dahi bir küçümseme hali yaygın. Hiçbir empati çabası göze çarpmıyor. “Gerçek İslam bu değil” lafının, saldırının acısını yüreğinde duyanlarda hiçbir karşılığının olmadığının farkında değiller. Fransızlar, emin olun, şu sıralar gerçek İslam’ın ne olduğunu hiç merak etmiyor. Gerçek İslam’la gerçek olmayan arasında ayrım yapma çabası, bazı müslümanların, bu saldırının müslümanlara yaşattığı utancı reddedip üste çıkma çabasından başka bir şey değil. Dünya müslümanlarına düşen, ismen de olsa sizinle aynı dine mensup bu caniler adına özür dilemek ve susmaktır. Daha fazlası değil. Ama dünya müslümanları bunu yapmıyorlar. Onun yerine, canilerin mesajını doğrudan ya da dolaylı olarak sahipleniyorlar.
Bunun karşısında İslamofobinin ve aşırı sağın yükselişe geçeceği muhtemelen doğrudur. Ama asıl endişe etmemiz gereken şey o değil. Bununla birlikte, en sağdan en sola kadar tüm siyasal görüşler ve oluşumlar pozisyonlarını yeniden tanımlamak gereği duyacaklar. Charlie Hebdo, Avrupa’nın özgürlükçü sol düşüncesinin bir yüzüydü, aşırı sağın değil. Saldırıya uğrayanlar, düne kadar, müslüman ülkelerden gelenler de dahil olmak üzere göçmenlerin, yoksulların, ezilenlerin hakları için mücadele eden, onları kucaklayacak bir çokkültürlülük projesi için kafa yoranlardı. Batı kültürünün içindeki ırkçılıkla, sömürgeci zihniyetle mücadele edenlerdi. Ama İslam dünyasına öyle bir cehalet hakim ki, kimse bunun ayrımını yapabiliyor gibi gözükmüyor.
Bugünden sonra, Avrupa’da şimdiye kadar sadece aşırı sağdan duyduğumuz bazı şeyleri artık herkesten duyacağız. Artık sosyal demokratlar arasından da ülkelerinin müslümanlardan temizlenmesi gerektiğini söyleyenler çıkmaya başlayacak, belki başka sözcüklerle ama bu anlama gelecek şekilde. Dinsel özgürlüğün anlamı değişecek, inanç özgürlüğü artık o inancın yarattığı potansiyel tehditten bağımsız görülmemeye başlanacak. Dün ırkçılığın türevi olarak kabul edilen bazı kavramlar bu kapsamdan çıkarılacak. Mesela İslamofobi, kelime anlamıyla “İslam korkusu” artık bir ırkçılık türü değil, insanın doğal bir dürtüsü kabul edilmeye başlanacak. Sonuçta ırkçılığın tanımını da Batılılar yapmıştı, biz onların yaptığı tanımları kullanıyoruz. Onlar tanımı değiştirdiğinde biz de yeni tanımına ırkçılık demeye başlarız.
Peki, bu saldırı, gerçekten de, bütün bu etkiler hesap edilerek, emperyalist hedefleri olan gizli güçler tarafından, müslümanların üzerine yıkılmak için organize edilmiş olabilir mi? İşin doğrusu, bunun pek bir önemi yok. Önemli olan, müslümanların bu vahşet karşısında saldırıya uğrayanlarla bir gönül birliği içine girmeye ne kadar istekli oldukları. Şimdiye kadar pek istekli gibi görünmüyorlar.